ADINI KİMSE SÖYLEMEDİ
Annemin adını kimse yüksek sesle söylemezdi.
Sanki ağzına alanın başına kötü bir şey gelecekmiş gibi…
Oysa biz her gece fısıldardık kardeşimle:
“Anne, duy bizi…”
Ama annem, 1996’nın o kışında, mutfağın köşesinde, bir çay bardağının sesiyle yok oldu.
Ben sekiz yaşındaydım.
Kapının aralığından baktığım o gece, annemin gözlerinden değil, ellerinden öğrendim korkuyu.
Titriyordu.
Ses çıkarmıyordu.
Ağlamıyordu bile.
Sanki o mutfağın bir parçasıymış gibi duruyordu: kullanılmayan bir tabak, boş bir çaydanlık, kırık bir sandalye gibi.
Babamın elleri hep büyük gelirdi gözüme, o gece daha da büyüktü.
Her şeyi ezip geçebilecek, annemin ince bileğini bile…
O gece ne bağırış oldu ne yardım çağrısı.
Sadece bir bardak kırıldı.
Sonra annem sustu.
Ve sustuğu yerde kaldı.
Sabah olduğunda, evdeki hava değişmişti.
Hani fırtınadan sonra, hiçbir şeyin yerinde durmadığı ama her şeyin çok sessiz olduğu bir an olur ya…
İşte öyle bir sabah.
Ben salona yürürken, babam koltukta oturuyordu.
Televizyon açıktı. Ses yüksekti.
Bir haber spikeri bağırarak kar yağışını anlatıyordu.
Babam, çay içiyordu.
Annemin bardağından.
Göz göze geldik.
Hiçbir şey söylemedi.
Ama gözlerimin içine öyle bir baktı ki,
“Bir kelime edersen, sen de yoksun” dedi sanki.
O an anladım; bu evde artık sadece biri konuşabilir, diğerleri susardı.
Kardeşim hâlâ uyuyordu.
Ya da öyle sandım.
Sonra öğrendim… o da kapının arkasındaymış o gece.
Sadece gözlerini kapamış, açmamış.
Konuşmayı da o gün bırakmış.
Aylarca tek kelime etmedi.
Doktorlar “travma sonrası sessizlik” dedi.
Ben sessizdim, o suskundu.
Ev artık sadece nefes alan ama konuşmayan üç kişilik bir gölgeye dönüşmüştü.
Bana “annen gitti” dediler.
“Başka bir yere taşındı.”
Hiçbir çocuk bir annenin sessizce gitmesine inanmaz.
Ben de inanmadım.
Geceleri uykumda annemin ayak seslerini duydum.
Sabahları gölgelerin içinden onun kokusunu aradım.
Kimseyle göz göze gelemedim.
Sesim kısıldı.
Okulda konuşmayan “garip kız” oldum.
Bir defasında, bir öğretmenim omzuma dokundu.
İrkilip bağırdım.
Korktu benden.
Ben de kendimden korktum.
Yıllar boyunca susmak zorunda kaldım.
Çünkü konuşursam…
Birileri annemi hatırlayacaktı.
Ve ben, onun unutulmuş olmasıyla başa çıkamıyorken, hatırlanması beni tamamen yok ederdi.
İki yıl sonra, bir gün babam ansızın gitti.
Ne bir mektup ne bir veda.
Sadece sabah kalktığımızda yoktu.
Buzdolabında kalan tek şey bayat ekmekti.
Gömleği sandalye arkasında, çakmağı sehpanın üstünde, ayak izi bile hâlâ yerdeydi ama kendi yoktu.
Bir daha da hiç dönmedi.
Yıllar sonra bir akrabamızdan duydum:
Sınırın öte yanına geçmiş. Orada başka bir kadınla evlenmiş.
İsim değiştirip hayatına devam etmiş.
Kadın cinayeti kayıtlara hiçbir zaman “cinayet” olarak geçmedi.
Annem hâlâ “kayıp”.
O hâlâ “özgür”.
Kardeşim…
En çok onun sessizliği acıttı beni.
Küçüktü ama çok şey görmüştü.
İçine gömdü her şeyi.
Kelimeleri içine bastıra bastıra sustu.
Ergenliğinde içe kapanıklığı daha da arttı.
Ben üniversiteye giderken o hâlâ annemizin uyuduğuna inanıyordu.
Psikologlar, terapiler…
Hiçbiri annesinin adını söyletecek kadar yaklaşamadı ona.
Ama sonra…
Bir gün, onu da kaybettim.
Hayır, ölüm değil bu.
Kardeşim, annemin adını içinden söküp atmak için hafızasını yakmaya karar verdi:
Uyuşturucuya başladı.
Tedaviler, rehabilitasyonlar derken…
Kendini parçalaya parçalaya yaşayan birine dönüştü.
Şimdi yaşıyor ama uzak.
Benimle konuşmuyor.
O geceyi hatırlayan iki kişiydik,
Şimdi sadece ben kaldım.
Yıllar geçti.
Kendi hayatımı kurdum.
Küçük, sade bir dünya: sessiz, temkinli, kırılgan.
Derken bir gün…
Kızım okuldan geldiğinde, gözleri kocaman açılmıştı.
Fısıltıyla söyledi:
“Anne, Elif bugün ‘Keşke babam hiç olmasaydı’ dedi. Bunu söyleyince sesi titredi. “Neden öyle söylüyorsun, babalar bizi sever, korur, değil mi?” dedim. “Benim babam korumaz, hep bizi korkutuyor. Tıpkı bir canavar gibi, kocaman elleri var vurduğunda çok canım acıyor. Dün de anneme çok vurdu. Evde herkes sessiz çünkü ses çıkarsa kötü şeyler oluyor” dedi.
“Anne, babalar ailelerini korumaz mı, sevmez mi? Elif’in babası neden öyle yaptı ki?”
O an içimde bir şey koptu.
Kalbim o eski kış gecesine döndü.
Aynı korku, aynı çaresizlik…
Ama bu kez bir fark vardı:
Ben artık bir çocuktan ibaret değildim.
Ve kızımın yüzündeki korku, yıllardır unuttuğumu sandığım o aynada kendimi yeniden görmek gibiydi.
O gece uzun uzun düşündüm.
Annemin sesi, kardeşimin sessizliği, babamın gölgesi…
Hepsi içimde hâlâ canlıydı.
Değiştirebileceğim çok şey olmayabilir ama susarak büyütmek istemediğim çocuklar var.
Ertesi gün bir adım attım.
İlk adım zor oldu.
İkinci adımda ağladım.
Üçüncüde titredim.
Ama dördüncüde…
Bir kadın kapımı çaldı.
“Benim de hikâyem var” dedi.
O günden sonra geri dönemedim.
Şimdi kapımızın üstünde bir tabela var:
“Zehra Kadın Dayanışma Merkezi”
Annemin adını ilk kez burada yüksek sesle söyledim.
“Zehra.”
Ne bir fısıltı ne bir iç çekiş…
Dümdüz söyledim.
Annemin sesiyle, kendi sesimi buldum.
Buraya gelen her kadının gözünde tanıdığım bir acı var.
Ama her kadının hikâyesine eklediği minicik bir umut da var.
İşte biz o umudu büyütüyoruz burada.
Birlikte suskunluktan çıkıyoruz.
Çünkü bazı kadınlar sadece susturularak değil, unutularak da öldürülüyor...
Yayına Hazırlayan: Süheyla Nur Çağlar










