FEDAİLERİN KALESİ ALAMUT
Vladimir Bartol tarafından 1938 yılında kaleme alınan ‘Fedailerin Kalesi Alamut’ romanını okuduğunuzda, romanın Slovenya Alplerinde yazılmış olması bir hayli ilginç geliyor. Çünkü romandaki olay örgüsü bambaşka bir coğrafyada 11.yüzyılda Şii-Sünni çatışmasının yaşandığı İran’da geçiyor. Yazarın doğu kültürüne hakimiyeti ve romanın muhteşem kurgusu 10 yıllık bir çalışmanın ürünü olmasına bağlanabilir. Yazarın kendi arkadaşları dahi Sloven kültürünü anlatmayan bambaşka bir dünyaya ait romanı okuduklarında Bartol’un çevirdiğini düşünmüşler. Alamut ’un bir başyapıt haline gelmesi de edebiyatın tüm sınırları aşan gücünün bir göstergesi.
Romanda felsefi, dini, tarihi ifade ve olaylara sık sık yer verilir. Yazar yaşadığı dönemde Nazizm’e ve İtalyan faşizmine tanıklık etmiş olduğundan diktatörlerin yanlışlarını bir yergi olarak romanda yarattığı Hasan karakteri ile okura yansıtmıştır. İnsan doğası ve zayıflıklarını çok iyi bilen Hasan’ın kendini peygamber ilan etmek için yarattığı düzende; bu düzene hizmet edecek her bireyin ve çabanın büyük bir önemi vardır. Kitleleri peşinden sürüklemek için ise her yol mubahtır. Her ne kadar karakterler tarihi kişilerden oluşmaktaysa da romanın tamamındaki kurgu ve felsefe okura bambaşka bir dünyanın kapılarını açar. Özellikle romandaki diğer karakterlerin cennet ve cehennemle ilgili tasavvurları, baş koydukları davaya olan adanmışlıkları kendi dillerinden oldukça masum anlatılır. Romanda kahramanları yargılayıcı bir dil yoktur. Gerek kahramanlar gerekse yaşanan olaylar bakımından doğru-yanlış, haklı-haksız gibi bir taraf tutma kolaycılığı okura verilmez. Böylelikle yazar meraklı okuruna, dışardan tamamen üçüncü bir kişi olarak karakterlere bakma şansı sunar. Kale hayatı, fedailerin adanmışlığı ve savaşı arzulamaları bir okur olarak bana Tatar Çölü romanının kahramanı Drago’yu anımsattı. Bir kalede uzun süre gerçekleşmeyecek bir hayal için beklemek ve sonunda ortaya çıkan dram oldukça benzer.

Romanda Hasan karakterini en iyi anlatan diyalog ise “İnsanı zayıf ve güçsüz yarattığı için Allah’ın işine müdahale etmek niyetindeyim. Onun yarattıklarıyla rekabet edeceğim. Kili bu sefer ben alıyorum elime ve o kilden yepyeni bir insan yaratacağım.” der ve yine bir başka sohbetinde “Esasen her türlü tarikat, mensuplarını aldatma üzerine kuruludur…Bilinç seviyesi ne kadar düşerse fanatiklik de o ölçüde artar.” der.
Hasan’ın yardımcıları ile sohbetlerine ve yaptıklarına baktığımızda felsefeden sanata, şiirden inanca dair pek çok yorumu ve düşüncelerini eyleme dökme biçimi totaliter rejimlerde yapılanlara benzer. Bu sebeple roman birçok ülkede sakıncalı görülerek yasaklanmıştır.
Konu İran olunca romanda şiire de oldukça fazla yer verilmiştir. Özelikle Ömer Hayyam ile Hasan Sabbah’ın dostluklarına vurgu yapılmıştır.
Roman bittiğinde sizde tortusu kalan ise insanların ne yazık ki her dönemde inanç konusundaki zafiyetlerinin güç odakları tarafından kötüye kullanılmasının ne kadar da tanıdık olduğudur. İnsanın insana kulluk ettiği her sistem ve oluşumun acı sonuçları bize bu romanda da gösterilir. Alamut romanı bize, siyaset sahnesinde ya da tarikatlarda her zaman karşılaşılan Hasanlara karşı uyanık olmayı, eleştirel düşünmeyi ve kendinizi kalelere hapsetmeden önce sorgulamanın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha hatırlatır. Keyifli okumalar.
Yayına Hazırlayan: Süheyla Çağlar