Bizim Mahallenin Kitapçısı
Diren ŞİMŞEK
BU KİTAPLARDA NELER OLUYOR?
15.07.2020
Hadi gelin değişik bir şey yapalım bugün! Bu öyle alelade bir kitap tavsiyesi yazısı olmasın. Mesela öykülerde buluşalım. Bunlar küçücük, kısacık kısacık öyküler olsun. Az sözcükle çok şey anlatsın; biz söylenenden ziyade söylenmemiş olanlarda kalalım. Hayal gücümüzün imbiğinden aksın öykülerde söylenmemiş olanlar ve biz, o öykülerin sustuklarını kendi zihnimizde konuşturalım. Sonra bir başka kâğıtta tutalım bir karakterin elinden, her şeye rağmen kendi olarak kalmanın sarsılmaz iradesini tadalım ya da kim olduğumuzu, hangi zamanda ve mekânda yaşadığımızı bir kenara bırakıp bir romanın içine düşelim mesela. Kurgu bizi götürsün, götürsün hayalle gerçek arasındaki o ince çizgide bıraksın ve biz, kitabın kapağını kapattığımızda afallayıp kalalım. Sonra tutup bir kitabın sayfalarında tekinsiz bir şeyler yapalım. Kuytularda dolanalım ama bu kuytular mekânsal kuytular değil, insanların kuytuları olsun; sadece kendilerinin ayak bastığı gizemli iç dünyalarına konuk olalım. Hatta olmayan hekimliğimizle bir kadının ruhuna otopsi yapalım mesela. Olmak istediği kişi ile olmak zorunda bırakıldığı kişi arasında boşlukta asılı kalan bir kadının ilmeğin ucunda sallanan hayatına tanık olalım. Hadi gelin değişik bir şeyler yapalım bugün! Bu öyle alelade bir kitap tavsiyesi yazısı olmasın. Farklı kurgular, özgün kalemler, unutulmaz karakterler tanıyalım. Alalım çayımızı, kahvemizi, arkamıza yaslanalım ve heybemizi açalım bakalım “Bu kitaplarda neler oluyor?” dedirten kitaplara daha yakından göz atalım!
Ferit Edgü – İşte Deniz, Maria
Küçürek öykü ya da diğer bir deyişe minimal öykü diye bir tür duymuş muydunuz? Öykünün çok kısa metinlerden oluşan bir alt türü olan bu öyküler, çok az kelimeden oluşmakla birlikte zaman zaman tek cümlelik olabilen öykülerdir. Yazar fazla ayrıntıya yer vermeksizin öyküsünü kurgular ve öyküde yer vermediklerini okurun tamamlamasını ister. Ferit Edgü’nün üç bölüm ve otuz beş öyküden oluşan bu güzel eserinin ilk bölümünde, yazarın 1985- 1997 yılları arasında 1950’li 1960’lı yıllardaki öykü anlayışını sürdürerek kaleme aldığı 5 öykü yer alırken eserin ikinci ve üçüncü bölümlerinde kaleme aldığı 30 öyküde bu öyküler yerini, küçürek (minimal) öykülere bırakıyor. Ferit Edgü’nün gerçek ile düş gücünü eş zamanlı bir uyum içinde kullandığı İşte Deniz, Maria’da akış büyük ölçüde diyaloglar üzerinden sağlanırken toplumdan ziyade bireye odaklanan öyküler yer alıyor. Sonra o öyküler kısacık bir anda takılı kalırcasına kısalıyor, kısalıyor ve en öz haline dönüyor. Yazar dilin içindeki cevheri çok az sözcükle ortaya döküyor ve sustuğu yerden okurun o öyküleri devralıp tamamlamasını, kendi düş gücünde mayalamasını istiyor. İmgesel anlamda yoğun bir anlatımın bulunduğu bu eser her okura hitap etmese de öykü severler için şahane bir tercih ve bambaşka bir deneyim olabileceğini düşünüyorum.
Herman Melville – Kâtip Bartleby
Biri verdiğiniz işi “Yapmamayı tercih ederim.” diyerek yapmazsa ne hissedersiniz? Önce afallar, sonra garipsersiniz. Kişi bu durumu belli bir süre sonra sürekli hale getirirse de muhtemelen sinirden çıldırma noktasına gelir fakat, ”Ben bu insanla ne yapacağım, nasıl baş edeceğim,” diyerek amansız bir çaresizliğin pençesine düşmekten de kendinizi alamazsınız, değil mi? O halde sizi okuma yolculuğunuzun en unutulmaz karakterlerinden biriyle tanışacağınız, incecik olmasına karşın 50 sayfaya sığdırdıklarıyla devleşerek yüreğinizde ve belleğinizde derin bir iz bırakacak Kâtip Bartleby’nin satırlarına davet diyorum. Herman Melville kaleme aldığı bu nefis eserde, bir Wall- Street avukatının yanında işe aldığı Kâtip Bartleby’nin bir ofis ortamında kendine verilen görevleri yapmamayı tercih ederek gösterdiği pasif direnişi, hayata karşı koyduğu net tavrı ve bunun geri dönüşlerini alabildiğine çarpıcı bir biçimde okuyacaksınız. Kapitalist sistemin işleyen çarklarının kendine dayattıklarını reddeden, direnen ve direndikçe özgürleşen; bireyin sadece üretim ve tüketim odaklı olduğu dünyada makineleşmeyen, herkesleşmeyen Bartleby’nin hiçbir kalıba girmeden kendi olarak kalma konusundaki sarsılmaz iradesine mutlaka ortak olmanızı tavsiye ediyorum.
Hasan Ali Toptaş – Kayıp Hayaller Kitabı
Hiç unutmam, günün birinde yolum ve yüreğim Hasan Ali Toptaş’ın bir kitabına düşmüştü. Okuduğum tek bir girişi olmasına karşın birden çok çıkışı olan bir kitaptı. Sayfaların peşi sıra çıktığım yolculukta karakterlerle başladık, dönüştük ve döndük ama kime, nereye? Kimden geçmiştim mesela? Kevser’den mi, Hasan’dan mı yoksa Hamdi’nin dedesinden mi? Kimdi aslolan, kimin kayıp hayallerinin tanığı olmuştum? Yahut her şey karakterlerle Şerif’in sinemasına cebimizde bir kuruş olmadığı halde kaçak girmemizle mi başlamıştı? Evet, evet her şey kesinlikle orada başlamış olmalı! Yoksa kasaba aynı kasaba, insanlar aynı insanlar, yokluk desen yine bir tokat gibi yüzümüzde… Fakat karakterlerle kayıp hayallerimizi zihnimizin heybesinde biriktirip dönüşüvermiştik bambaşka birine; kâh Kevser’e, kâh Hamdi’nin dedesine, kâh Hasan’a. Oysa asıl mesele, uykudan kim olarak uyandığımızdaydı.
Hasan Ali Toptaş’ın kaleminden Kayıp Hayaller Kitabı, okurunu sıradan bir kasaba yaşamının sıra dışı hikâyesine ortak olmaya davet ediyor. Benzersiz ve kimliksiz bu romanda, iki çocuğun gizlice sinemanın hayal dünyasına kaçışından çok daha fazlası; velhasıl senin, benim, bizim olan kayıp hayallerin, aşkın, ayrılığın, yokluğun ve şiddetin o tanıdık hikâyesi yer alıyor. Gerçek ile hayalin tam olarak hangi noktada iç içe geçtiğine şaşırıp kalacağınız HAT edebiyatını doruklarda doyasıya yaşayacağınız bu nefis eseri Hasan Ali Toptaş’ın değerli kalemini seven tüm okurlara tavsiye ediyorum.
Carys Davies – Kuytu
Kuytu her daim zihnimizde anlamsal olarak tenha, göze batmayan, uğrak olmayan, gün ışığı görmeyen, ıssız, sessiz ya da diğer bir deyişle kimselersiz bir ‘yer’ olarak canlanır; varlığını mekândan alır. Kuytu çoğu kez bir sokak olur, bir köşe olur mesela. Oysa bir insanın yüreğinin, ruhunun ya da yaşamın kendisinin bir kuytusu olamaz mı? Mekânlardan öte, sadece kendimizin ayak bastığı soyut bir var oluş daha biçemez miyiz kuytulara? Görünenin ardındaki görünmeyenlerimizle, konuştuklarımızın ardındaki sustuklarımızla, bilinenin ardındaki bilinmeyenlerimizle ya da daha farklı ifade etmek gerekirse aydınlıkta kalanın yanında karanlıkta kalanlarımızla benliğimize çekildiğimiz kuytularımız yok mu aslında?
Carys Davies kaleme aldığı on yedi öyküden oluşan Kuytu isimli eserinin her bir öyküsünde, pek azı beraberinde mekânsal kuytuları da barındırsa özünde insanın kuytularını alabildiğine yalın fakat bir o kadar da hiç beklenmedik anda okkalı bir tokat yemişçesine afallatacak biçimde okuruna aktarıyor. Afallatacak biçimde diyorum çünkü yazar şu kısacık metinlerde bile sağlam ters köşeler yapıyor ve siz olay örgüsü içinde yakaladığınız ipuçlarıyla kendinizce tamamladığınız öykülerin aslında hiç de sandığınız yönde ilerlemediğine tanık olup hiçbir öyküde olay örgüsünün akışını kestiremiyorsunuz. Çünkü karakterlerin çekildikleri, sadece kendilerinin ayak bastıkları kuytular var ve siz bir okur olarak sadece aydınlıkta kalanın, görünenin, bilinenin ışığında varsayımda bulunabiliyorsunuz. Oysa yazar karanlıkta kalan yanları sözcük sözcük kâğıda döktüğünde aslında bildiğinizi sandığınız pek çok şeyi bilmediğinizi, yakın olduğunuz her şeye ne kadar uzak ve yabancı olduğunuzu fark edip afallıyorsunuz. Ne müthiş bir deneyim, ne özgün bir eser, öyle değil mi? O halde ‘kuytu’da kalmasın diyelim.
Özge Lena – Otopsi
Olduğu kişi ile olmaya zorlandığı kişi arasında açılan kocaman boşlukta asılı kalmış bir kadın var bu kitapta. Asılı kaldığı boşlukta var gücüyle olmak istediği kişiye uzanmaya çalıştıkça ona biçilen toplumsal rollerle, yapıştırılan etiketlerle gerisin geri olmaya zorlandığı kişinin duvarlarına şiddetli bir biçimde çarpıyor. Her çarpma ruhunda, benliğinde öyle derin yaralar açıyor ki o yaralardan sızanlar kadını zehirliyor. Kelimelere tutkun olan bu kadın sadece yazmak istiyor. Kendine ait olana, kendi olabildiği yere sığınmak istiyor fakat çabaladıkça çevresindeki her şeye, herkese yabancılaşmaya başlıyor. Ve nefret ediyor kadın, kurtulmak istiyor; bebeğinden, hatta kendinden bile...
Kişiliği ve arzuları toplumsal dayatmalarla, etiketlerle, kadınlığıyla, çocukluk travmalarıyla; velhasıl “tüm aidiyetlerin getirdiği mahkûmiyetlerle” bastırılmış bir kadının kendisiyle yüzleşmesini ya da diğer bir deyişle ruhuna yaptığı otopsiyi sayfalarında alabildiğine canlılıkla bulacağınız, ona iç dünyasına açılan pencereden bakabilmenin tadına doyasıya varacağınız bu 71 sayfalık incecik ama dolu dolu esere bir şans vermenizi tavsiye ediyorum.