top of page

Son fırtınayla yok olmuş bir balıkçı kasabası,

Adı unutulmuş bir şiirin ozanı,

Ya da artık hüzün vermeyen bir sonbahar,

Ah kalbim…

Üzerine sis çökmüş bir şehir, gündüzü kovalayan gece,

Ah eden, feryat eden ama hep kendi içine yankılanan hece

Ah kalbim...

Susayan hayata ama bir nefes bulamayan,

Kilit vurulan bir kapıdan gerisin geri dönmeye mecbur bırakılan

Mahcup, sitemkâr, tövbekâr kalbim, ah...

 

Bekliyordu bir adam, tren garında. Uzun lacivert paltosu, elinde hiç sönmeyen sigarası, karanlıkta kaybolan siyah kediye takılan gözleriyle bekliyordu.

Esen rüzgâra ve soğuktan moraran ellerine aldırmadan, ruhundaki kasırgaya direnerek bekliyordu.

Ve tren de gelmişti, bunları yazarken aklının satırlarına.

Yaşanan onca duyguya rağmen gidiyordu kendinden ve sevdiği herkesin yaşadığı; ama ruhunun ait olmadığı şehirden...

“Gri, bu şehir” diyordu hep kendi kendine...

Ya gittiği yer hangi renkti, en sevdiği bakışlarda gördüğü ela mıydı?

Ya da yeşil miydi, kâinata hayran bırakan manzaralarda gördüğü?

Verdiğin sözü tutamadığında, başının öne eğilmesi gibi bir mahcubiyet içindeydi bakışları pencereden uzaklara dalarken…

"Hayat güzel" dedi kısık ve çok da inanmayan bir sesle. Geçecekti işte böyle zaman.

Şu herkesin güvendiği, ardında hiçbir yara, hiçbir acı bırakmayan (!) zaman…

Tek başına ya da yaslanabileceğin bir omuzla…

Güçlendi, umutlandı…

Hem hayat küçük bir otel odasında yapayalnız olmadan, ilk trene atlayıp uzaklara gitmeden

-gidemeden, güneşin batışında gelincik tarlalarını izlemeden, kendi ellerine sarılacak kadar

yalnız hissetmeden neye yarardı ki?

 

Arayan, arayan, arayan bir adam…

Yakınmalarını, iç çekişlerini, alnındaki kırışıklıkları saymayı bir tarafa bırakmış, bu

seyrüseferle aradığını bulacağına inanan bir adam…

“Ki aradığımı bulmak” dedi, “bir muştu gibi olurdu avuçlarıma usulca bırakılan”…

 

Keşkeler diyarında yaşarken, sessizken, tükenmişken…

Şimdi bu yolculuk; karanlıklar şehrinden gökyüzüne yaptığı bir hicrettir, bir yakarıştır

göklere.

-ki zemheride, Andırın’da, dört yaşındaki hâliyle, yapayalnız bırakılmış gibi hisseden bir

adamdır.

(Ruhunun aldığı yaralar anlatmakla tükenmez.)

 

-En son Nedim Ali’nin gözlerinde görmüştü gerçek benliğini,

Hasret gecelerinde sigara yakmışlardı karşılıklı-

Zemheriydi,

Üşüyordu…

 

Trenden inerken ağır adımlarla, gideceği yeri düşündü. Huzurla karışık kaygı dolu bakışlarla, gözlerini dağlara çevirdi.

Bir sigara yaktı. Dağın heybetinden yaşını unuttu, şehrin gürültüsünü unuttu, kıyamet

günlerini unuttu. Unuttu adam, gözlerinden yaşlar boşanırken.

Ağaç dallarından sarkan ve her gün acımsı meyveler veren geçmişini unuttu…

Mengeneye sıkışmış ruhunu huzura, dinginliğe bıraktı…

 

Tepelerde ahşap bir ev, yeşil çatılı… Küçük ama sevimli evine gelmişti adam…

Günebakanlar gibi güneşe çevirdi ince, narin boynunu…

Ve evet işte oradalar, en anlamlı çiçekler; akşamsefaları… Hüzün çiçekleri derdi onlara.

Çocukluğunun en taze anısıydı; dedesinin bahçesinde yaşadığı şiir günlerine döndü, yaş değil bir ömür akıyordu gözlerinden…

Akşamsefaları…

Gece açarlardı, güneş değildi onları besleyen. Eğildi akşamsefalarına, artık yalnız değillerdi.

 

Artık, her sabah nazlı nazlı gözlerini süzen güneş doğacaktı. Saçlarında çiçek tohumlarıyla

uyanacaktı.

Gün doğmadan daha, ayın en güzel hâlinde her gece “onunla” buluşacaktı.

Dağların pamuk gibi atıldığı, çocukların anne merhametine dahi sığınamadığı, yıldızların

göklerden silindiği o güne, ait olduğu yerde hazır olacaktı.

 

Arayan, arayan, arayan bir adam. Benliğini, huzurunu…

Bir çınar gibi dimdik ayağa kalktı.

Nar ağaçlarına bakarken, dudaklarından döküldü yeni hayatı;

“Cennet Burada”

Bir küçük kasaba için Elektrik
Ağır Sky
  • Instagram - Black Circle
  • Twitter - Black Circle
  • YouTube - Black Circle
  • Facebook - Black Circle
bottom of page