Diğdem ŞENYÜCEL
BEKLENTİLİ YALNIZLIK
Yalnızlığın çeşitleri vardır, evet. Kalabalığa sığmayan yalnızlık, bir başına çekilen, doğuştan gelen, sonradan öğrenilen yalnızlık, fark edildiği halde tanımlanamayan, tanımlandığı an daha da derinleşen, çözümsüz, çözümlendiğinde ise fazla kişiselleşen yalnızlık, kabullenilemeyen, sığınılan, kışkırtıcı, belki de öldürücü yalnızlık ve daha birçokları... 'Evde geçirilen beklentili yalnızlık’ adı altında yeni bir kategori açmak istiyorum. Gerçi ev çok fazla zamandır içinde yaşıyor olmanızdan ötürü ana rahmi görevini üstlenmişse, sizi doğurduğuna inanmaya başlamışsanız, bu yalnızlık sadece size ait olmaktan çıkar, evin de yalnızlığı haline gelir ya da onun da suçudur.

Pencereden yaz güneşi girmektedir ve siz yüzünüzü ona dönerken, geçmişi düşünme alışkanlığınızdan olsa gerek, kış güneşini hatırlarsınız. Size göre, mevsimler geriye doğru gitmektedir, bu yüzden kış yazdan önce gelir.
Kış güneşi yaz güneşinden farklıdır, daha ötelerden doğuyordur, üstelik sizden giderek uzaklaştığını hissedersiniz. Çocukluğun, gençliğin, diriliğin zaman gerçeğinden ötürü geride kalmasından farklı olarak, geçen yıllara ait bütün anıların bir kopyasını izinsiz alıp kendiyle birlikte hızla karanlığa sürükler. Geçmişi uzaklaştırır yani, ışık yetişemez hızına. Bu yüzden o, siz daha yaşlanmazken geçmişi çok uzaklara götürmüştür bile. Anılarınızla aranıza bu denli çok mesafe konması canınızı yakar ve zaman, olduğundan fazla ilerlemiş gibi görünür. Kapalı havaların verdiği keder hissinin sebebi budur.
Buhran, imkansızlık… Hep bu mevsimin suçudur.
Yaz güneşi ise zamanla yaklaşır, dibine girer ve sahte gülümsemesiyle göz kırpar. Kıştan farklı olarak anı hırsızı değildir, onca sıcaklığına rağmen ve elinden geldiğince anıları taze tutar, yakınınıza sokar. İster ilgilenirsiniz, ister ilgilenmezsiniz, yaşadıklarınızın geride ne bıraktığına bağlı olarak değişir bu durum. Niyeti yüreğinizi acıtmak ya da sizi bunaltmak değildir, aksine, kendisi gibi olmanızı, canlanmanızı, yeşermenizi ister. Bütün bu iyi niyetine rağmen samimiyetsizdir, çünkü bunu sizden başka milyarlarca insana daha yaptığını bilirsiniz. Kişi sayısı arttıkça umursama kat sayısı azalır.
Herkes canlanmak, yeşermek zorunda mı?
Şimdi yaz mevsimi, bana ve evime eşlik eden yaz güneşi.
Sıcak varlığını öyle bir hissettirmekte ki, haddinden fazla somutlaşıp gözle görülür hale gelmekte sanki. Renginden çok yoğunluğu ve yapışkanlığı var. Derimin üstünde bir deri daha… Ve ciğerlerim her çırpınışında oksijenden çok, oksijen kılığında bir hiçlik çekmekte içeri. Nefes alıyor gibi değil de oksijen artıklarıyla idare ediyor gibiyim.
Günler birbirinin benzeri, bir iki ufak ayrıntı dışında. Zaten onlar da bir önceki gün değilse de iki, üç gün öncekine çok benzemekte. Yenilen yemekler, gidilen yerler, kurulan cümleler, evin önünden geçen, geçmekten vazgeçip sokağa dönen insanlar, üst kat komşunun kavga sırasında karısına ettiği küfürler, haber bültenlerindeki kan dondurucu kazalar, siyasetçi yalanları ve kavgaları...


Yaşadığım anı bir öncekinden en belirgin şekilde ayıran, yani fark yaratabilen tek güç okuduğum kitaplarda mevcut. Film izlerken ya da müzik dinlerken yeniliğe açık tercihler yapsam da tekrar hissinden kurtulamıyorum. Saatin tik takları aynı rutinde kabalık etmeye devam ediyor. Kitaplara gelince; beni, sınırları da olsa canlı tutan tek şey onlar. Sayfaları dolduran, yabancı bir elden çıkma cümleler, çekingenliği öldürüp, benzerliğin yüzeyselliğini yeryüzünden silip, geriye sadece ortaklığı, anlaşılabilirliği ve empatiyi koyuyor. Bir başına yapılabilmesi de ayrıca güzel. Bu sayede paylaşımsız ve miktarı çok bir sürü haz yaşıyorsunuz. Kimsenin kalbi kırılmıyor, kimse sizi ‘duygu cimrisi’ şeklinde suçlamıyor. Ancak bir süre sonra yabancı bir elden çıkma kelimeler yerine, kendi kelimelerimi aramaya başlıyorum. Bana ait eşyaları tasvir ediyorum, odalara girip çıkıyorum, onların dört duvardan ibaret olmadığını bildiğim için bütün duvarları yıkıyorum ve yaz güneşinin en coşkulu, saldırgan haliyle içeri girmesini sağlıyorum. Ondan yardım alarak, geçen yılların bıraktığı saklı izleri aydınlığa çıkarıyorum. Bütün izler aydınlıkta karaktersizleşiyor. Olduklarından çok daha fazla parlak ve yeni görünmeleri için cilalanmış gibi duruyorlar. Oysa izleri, tıpkı anılar gibi karanlıkta arayıp bulmak gerek.
Geceleyin, perdeler sımsıkı kapalı olsa bile yeterince karanlık olmuyor. Olmuyor! Kendini de söndürmek gerek bunun için. Sanki, dizleri olabildiğince kendine çekmek, topak olmak, kendine gömülmek gerek. Tıpkı ana rahmindeki gibi. Zor olduğunu anlıyorum. İzleri ya oluştukları anda ya da kendi içine sımsıkı kapanabilen insanların erebileceği o kör edici karanlıkta bulmak gerek. Zamanda yolculuğun imkansız olmadığını bilsem de vazgeçiyorum. Yaşadığımız çağda teorilerle bir yere varılamayacağını biliyorum çünkü.

Çabalar saatlerin gerisinde kalıyor, uykum geliyor. Yatıyorum. Hiç uyanmasam asla rüya demeyeceğim gerçeğe çok benzeyen yansımalar görüyorum. Rüyalarımda dışarı çıkıyorum mesela, sevdiğim insanların hepsini balta girmemiş, koca bir ormanda yaşarken buluyorum. Çadırlarında çay demliyor, samimi kahkahalarla sohbet ediyorlar. Endişe ve yaşama telaşından uzaklar, istedikleri tek şey sohbet etmek ve çay içmek. Bu yüzden gerçekten mutlu görünüyorlar. Beni görünce şaşırmamaları hoşuma gidiyor. Sanki hep oradaymışım gibi... Sohbete karışıyorum. Bir süre sonra rüyada olduğumu fark etsem de, olan biten her şey bana yaşadıklarımdan daha gerçek geliyor. Sanırım her şeye rağmen bir arada olmak gerek. Tüm iyi niyetimizle olabildiğince yakınlarda yaşamamız gerek. Bunu düşünürken kahkahalarla ormana karışıyorum.
Rüyaları inandırıcı kılan sürekli yüzümün gülmesi değil, bir zamanlar kalbimi kıran insanlar rüyalarımda bile kalbimi kırmaya devam ediyorlar. İşte o zaman daha çok inanıyorum.
Benim bütün gayretim, rüya görürken ya da uyanıkken, olması gerektiği gibi, insan evladının sadece dünyaya gelmesiyle hak ettiği ve gerçekliğine inandığım ‘çabasız mutlu olma’ haline erişmek. Yalnızken bile…
Diğdem ŞENYÜCEL, 08.07.2020