
Ona acıdığım için sevmediğim bir şeyi seviyormuş gibi yapabileceğimin önünü açarak beni, kalbin ikiyüzlülüğüne sevk ederdi ama ben hiç oralı olmazdım. Sevmek, biri isteyince yapılacak kadar kolay mıymış?
Esra Kahya

Melekli tepsi ev halkından biri. Büyük büyük anneanneden mi ne kalmış. Kocakarı melek, hepimizden yaşlı. Uzak diyarlardan gelmiş. Yorgunluk nedir bilmez, her işe yetişir kanatlarıyla. Çay ikram eder, pirinç ayıklar, kahve sunar, mutfağın başköşesinde, musluğun borusuna yaslanıp oturur. Hepimizi izler oradan.
romanoku.org adresinde Çağdaş Türk edebiyatının nabzını tutacağımız "Kübra Öznur Çelik ile Edebiyat Saati" adlı söyleşiler dizimizin devamında 2025 yılına ismiyle damga vuran “Tepsideki Melek” romanı var. Kıymetli yazarımız Esra Kahya’ya bizimle olduğu için teşekkür ediyorum. Haydi başlayalım.

Söyleşi: Kübra Öznur Çelik
Sevginin ve kelimelerin gücü denince akla gelen Esra Kahya şimdi de üçüncü kitabının arkasından metaforlarla örülü bir dilin perisi olarak yeni bir tanımla anılıyor. Esra Kahya, öykülerin diliyle romanların içinden geçerek okuru selamlarken, ilk olarak ‘Tepsideki Melek’in kurgusunun başına geçiren neydi sizi?

Sevgili Kübra, öncelikle size ve sohbetimize kulak misafiri olan herkese merhaba. “Öykülerin diliyle romanların içinden geçerek okuru selamlamak,” demişsiniz. Ne hoş bir söyleyiş. Beni, Tepsideki Melek kurgusunun başına geçiren şey ise, sadece bir çağrı. Nazan Bekiroğlu diyor ya, Nar Ağacı’nda, “Sen öyle çağırmasan ben böyle gelmezdim. Ben böyle çağırmasam sen öyle gelmezdin,” diye. İşte benimki de o hesap. Yazmak hesaplı kitaplı bir eylem değil benim için. Çığırtkan bir ses, gıdıklayan bir davet. İster ilham deyiniz adına isterseniz sihir. Hoş, bunu adlamanın gereği var mı derseniz bence yok. Bana bu kitabı yazdıran, bundan sonrakileri yazdıracak olan “sadece bir çağrı” Şöyle ki, uzun bir “yazamıyorum” sürecinin ardından bir nisan sabahı ilk cümlem geldi. Uykusu gelmek, misafir gelmek, gidesi gelmek falan gibi bir şey benim için bu; “İlk cümlesi gelmek”. İlk cümlenin kutsiyeti, onu görünce tanımak, o gelince ardından gelecek olanı bilmek…
“Annem yıllarca bir fotoğrafa bakıp ağladı.” Beni bu kurgunun başına geçiren bu ilk cümleydi, onunla gelen davetti. Ben de ona seve seve icabet ettim. Hepsi bu.
Bana göre karakterlerin en masumu, en küçüğü ama aslında en büyümüş de küçülmüş olanı, yetişkin bir çocuk olan Güliş. Onun kendini gösterme çabası insanı güldürürken hüzünlendiriyor. Ne kadar gerçek bir duygu olduğunu da okuyanı çocukluğuna geri döndürüp, hatıralarıyla yüzleştirdiğinde anlıyoruz. Peki Güliş’in asıl meselesi yalnızca sevgi mi? Görülmeyi istemenin temel nedenini sadece sevgiyle açıklayabilir miyiz?
Güliş’i çok açmak niyetinde değilim. Okura ne geçtiyse, onda ne kaldıysa amenna. Hatta bazen öyle şeyler oluyor ki okur benim sunduğumun fazlasıyla bana geliyor. Yazdıklarıma kendi deneyimlerinden, yaşamından yahut yaşamayışından pek çok şey katıyor. Benim kelimelerimden doğma bir bağ. En sevdiğim şey, kelimelerin sihri. Böyle anlarda yazmanın ruha dokunmayı mümkün kıldığına, ruh akrabalığına inancım artıyor. Güliş için de benzer durumları yaşadık okurlarımla. Onun yaşamında kendinden izler bulup bana dönenlerin sayısı hiç de az değil. O nedenle okura geçtiği kadarı kafidir ancak yine de altını çizmekte fayda var, Güliş’in asıl meselesi yalnızca sevgidir, diyemeyiz. Çünkü Güliş sevilen, sevginin ne olduğunu bilen, sevgi dolu bir çocuk. Onun penceresinden bakacak olursak durum biraz farklı. O görülmek istedi. Her şeyin farkında, olgun bir çocuktu. Sırların, dönen dolapların idrakindeydi ancak ne olduğunu anlamlandıramıyordu. Muzipti, empati kurabiliyordu, zekiydi, gel gelelim çocuktu işte.
Görülmeye ihtiyacı vardı. Her insan gibi.
Nesiller boyu taşınan ve bir romana isim veren melekli tepsi gibi hayatınızda yer edinmiş nesneler var mı sizin de evinizin bir köşesinde ya da zihninizde?
Geçmişi önemsiyorum. Ondan kurtulmak gibi bir derdim de yok. Bana külfet olduğunu düşünmüyorum aksine beni ben yapan her şey için geçmişime minnettarım. Bir vakitlerin şimdisiydi geçmiş. Tıpkı şimdinin de biraz sonra geçmiş olacağı gibi… Bu zaman sarmalında her anı kıymetli buluyorum. Bana sunduğu her şey dahil buna. İnsanlar, nesneler, kokular, duygular… Bunların içinde bazıları, özenle saklanıyor zihnimde. Bile isteye yaptığım bir şey değil. Onları neden oraya koyduğumu bilmiyorum fakat günün birinde bir şekilde karşıma çıkıyor olmalarını seviyorum. Melekli tepsi gibi nicesi var evet.
Bunun yanında anne evinde, bir baza altında özenle saklananlar da var. Atmaya kıyamayanlardanım ben de. Yaşanmışlığı önemsiyorum. “Evet böyle bir an vardı, bu da kanıtı,” diyebileceğim her şeyi saklayabilirim. Bir not, bir çikolata paketi, kopmuş bir bileklik, bir taş vs… 97’den beri cüzdanımda taşıdığım bir kayıp ilanı var mesela. Burdur’dan Veli Dede. 10 Mayıs 1997’de sabah kahvaltısını yapıp çıktıktan sonra bir daha dönmemiş… Gazetede bunu okuduğumda on beş yaşımdaydım. İlandaki adam dedeme benziyordu. Ve ben çok ağlamıştım. O güne dair birçok detayı hatırlıyorum. Ve cüzdanımda Veli Dede’yi her gördüğümde “Umarım bulunmuştur,” diyorum.
Saklarım elbette. Nesneleri, duyguları, insanları. Hem zihnimde hem yüreğimde hem de evimin bir köşesinde. Çünkü bana sahiden yaşadığımı hatırlatıyorlar. İnsan, bazı anların gerçekliğine ikna olmak için somut bir şeyler arıyor. “Bütün bunlar gerçek miydi?” dediğim anlarda tutunacağım dal onlar benim. Zaman acımasız bir hızla geçmeye devam ederken beni hep bu yaşta, bu zamanda, bu bedende olmadığıma ikna eden kanıtlar. Öyle ya da böyle. “Bütün bunlar yaşandı.”


Roman içinde roman, masal, günlük, şiir derken birçok türü dolu dolu okumuş olduk Tepsideki Melek’te. “Annem yıllarca bir fotoğrafa bakıp ağladı,” ile başlayan bir ilk cümle, her bölümde şaşırtan, merak uyandıran ve bir sonraki kuşağa aktarılan aşk ile devam ediyor. Fakat bütün bu türleri tek bir kitapta okurken merak ettiren bir şey var. Bu romanın matematiğini hiç yaptınız mı yoksa ilk cümleden sonra bütün karakterler ve yaşadıkları kendiliğinden yerine mi oturdu?
İlk cümle sihri benimki. Hokus kere pokus… İlk cümle geldi mi tamam. Ne yazdığımı bilmeden yazmayı seviyorum. Tepsideki Melek için de aynı şeyi söyleyebilirim ki yukarıda da demiştim. O da ilk cümleden doğdu. Yazarken romanın ilerisine/kurgusuna dair hiçbir fikrim yoktu. Önce Güliş geldi, kondu romana. Onu yazmayı sevdim. Otobiyografik unsurlar da barındırmasına müsaade ettim. “Metnime dahil olmam,” diyen yazarlardan değilim. Yoo, gayet de dahilim. Çünkü benim yazı evrenim benden dışa doğru. En iyi bildiğimden başlıyor, sonra genişleyeceği varsa genişliyor yahut kalıyor kalmak istediği yerde. Bütün kurgularda bir şekilde, bazen bir duruş bakış renk gülüş sövüş, yer alıyorum. Güliş’te de öyle oldu. Baktım gelen kız bana benziyor, dedim “Kal da anlat bakalım neler getirdin?” Sonra Güliş annesini, iki kere annesini ve babasını çağırdı. Onlar gelirken yanlarında hikâyeleriyle geldiler. O hikâyeler de büyüyünce roman oldu.
Ben yazarken çok keyif aldım. Karakterlerin hepsini çok sevdim. Onları yazarken hissettikleri duyguları yaşayabildiğim an, “İşte diyorum, içimde doğdu!” İçe doğmak değil, içimde doğmak. Karakterin başı ağrıdığında bana da ağrılar, hafakanlar bastığında o karakterin “ben”den olduğunu anlıyorum. Amenna!
Bu roman matematikle yahut kurgu ile yazılmadı. Kendiliğindenlik. Yine.
Kelimelerin bana sunduğu sonsuzlukta, neler olacağını bilmeden ilerlemenin tekinsizliğini de heyecanını da çok seviyorum. Her yiğidin yoğurt yiyişi işte…

Erkek karakterler özellikle romanlarınızda biraz daha kapının gerisinden bakıyorlar. Bunu özellikle kadınların sesini daha çok açabilmek için mi yapıyorsunuz yoksa erkek karakterler zaten olması gerektiği kadar mı varlar? Biliyorum zor bir soru oldu.
Sahiden zor bir soru oldu. Kadınların sesini daha çok açmak için roman yazmaya gerek yok aslında. Çünkü biz kadınlar, zaten her yerde, her platformda avaz avaz, gümbür gümbür ilerliyoruz. Çok şükür. Ben sadece en iyi bildiğim yerden bakmak istedim. Kadın olmaktan! Evvela bir çocuk, sonra bir anne, nihayetinde iki kere anne. Bana uzak olmayan hallerin hikâyesi. Roman ilerleyip şekillenmeye başladığında erkeklerin daha geride olduğunu fark etmiş olsam bile benim amacım onları anlatmak olmadığı için bundan rahatsızlık hiç duymadım. Onların “esas oğlan” olduğu başka romanlar yazarım belki sonra. Romanımın kıymetli erkekleri, evet sizin dediğiniz gibi, olması gerektiği kadar var oldular böylelikle. Gerçek hayatta da böyle değil midir? Herkes rolü gereği, sahnesi kadar. Lakin bazıları başrol. Daha çok, en çok… Ve işte o başroller hatırına yaşanılabilir kılınır hayat.
Kuşaklar arasındaki geçişte, melekli tepsinin gölgesinde, kızların annelerinden neler aldıklarını, sahne gerisinde dönem olaylarını, gizlerin yakıcılığını, eşyaların lisanını ve aşkın pek güzel bir şey olduğunu kadınlar üzerinden anlattım. Bu, içimdeki kadınlara vefa borcuydu. Beni ben yapan bütün kadınlara. Romandaki isimlerin hepsi hayatıma bir şekilde dokunmuş kadınlar. Büyürken yanımda olanlar, bu romanı bana yazdıranlar. Onlara “iyi ki varsınız,” demenin romancası, ahde vefa.
Hem öykülerinizde hem romanlarınızda değişik değişik baharatlar var. Bunu da mutfakta yazdığınızı bildiğim için söylüyorum. İnledi değil in-i-ledi diyorsunuz. Hıçkıra ınga Ingıra hıçka ağladınız, gibi… verebileceğim birçok örnek var romanda. Bazı kimseler edebiyatın bu özgürlüğünü kısıtlamak için eleştiri adı altında acımasızca kalem oynatıyorlar. Bu duruma kitabın içinde de bir cevabınız var aslında; “Benim olan tek şey onlar. Hokus kere pokus! Kelimelerin sihrine inanın efendiler! Ben ölesiye inandım, gömemedim onları.” Ama ben yine şunu sormak istiyorum. Bunca acımasızlığın içinde yazabilmeye devam etmek, tavrınızı ve üslubunuzu korumak için ne yapıyorsunuz ve yazmaya devam edenler için ne tavsiye vermek istersiniz?
“Benim olan tek şey onlar. Hokus kere pokus! Kelimelerin sihrine inanın efendiler!”
Ne güzel bir alıntı yapmışsınız. Bu cümleyi yazmış olmanın dışında, yürekten hissediyorum da. Fırsat buldukça söylüyorum, kelimeleri çok seviyorum ben. Onların bana sunduğu ummanı, derinliği, özgürlüğü, mümkünü! Kelimelerin sesini seviyorum. Harfler yan yana geldiğinde tıpkı piyanonun tuşları gibi, tınılıyor. Metnin notaları. Kelimeler. Sesli küçük harf toplulukları… Hepsini duyuyorum. Yan yana dizildiklerinde bazen bağırış çağırış, bazen sessiz sedasız, bazen dingin yorgun olan ve beni her şeyin mümkün olduğuna inandıran kelimeleri kısıtlanmayı, kalıba sokmayı, darlamayı istemiyorum.
Bunca acımasızlığın içinde yazmaya devam etmek için ne yapıyorum? Okuyorum ve yazıyorum… Sevgili Kübra, güzel olan “yolda olmak” Ben bunu seviyorum. Yolda elbette taşlar var, dikenler var, ağzından ateşler salan ejderhalar bile var. Ama bunların yanında çiçekler, melekler, rüyalar da var. Heybemde sadece kelimelerle yürüdüğüm bu yolu çok seviyorum. Ve direksiyon eğitmenimin dediği gibi, “Hep en ileriye bak, yanındakine bakarsan hata yaparsın.” Şeritten çıkmamak için, hep en ileriye bakmak gerekiyor. Yol seni götürüyor.
Tavsiye sormuşsunuz. Yazmaya devam etmek için verebileceğim tavsiye, “yazmaya devam etmek”
Son olarak elbette ki yeni dosya hazırlığınız ne durumda diye soracağım. ‘Kambur’ adlı romanınıza ulaşamayan çok okur oldu ve ondan gelecek haberleri de merakla bekliyorlar. Okurlarınıza müjde vermek ister misiniz?
Gülümsedim bu soruyu görünce. Kambur, benim kamburum oldu, diyorum soranlara. Sahiden öyle oldu. Baskısı bittikten sonra tekrar basılmaması, insanların onu merak edip bulamaması beni üzerken okurların ona bu kadar sahip çıkması da mutlu etti. Kambur’u, özellikle Acibe’yi bağrına basan pek çok güzel insan var etrafımda. Ve evet, sanırım bir müjde diyebiliriz buna. Kambur yenilenmiş ve genişletilmiş haliyle tekrar gelecek. Kambur “son değil” diyerek bitmişti. Okura bir son borcum vardı. Sanırım hallettim o işi.
Sorularımıza verdiğiniz samimi cevaplarınız için teşekkür ediyor ve yeni romanınızı sabırsızlıkla bekliyoruz. Daha anlamlı, daha bilinçli bir dünyada yeniden buluşmak dileğiyle…
Esra Kahya: Bu keyifli söyleşi için ben teşekkür ederim sevgili Kübra. Okumuş olman, ince ince hazırladığın sorular, ayırdığın vakit, hepsi çok kıymetli. Bahsettiğin dünyaya, umuda, yenidenlere o vakit!

Esra Kahya,
Tepsideki Melek,
215 Sayfa
İletişim Yayınlar, 2025
Söyleşi: Kübra Öznur Çelik, 09.10.2025
