Ben sevmem haziranı, çünkü edebiyatın dalı en çok haziranda kırılır; nice çınarlar ardı ardına düşer toprağın bağrına ve toprak, belki de bu yüzden yağmur sonrası böylesi güzel, böylesi burcu burcu edebiyat tüter. Oysa bir yağmur sonrasına sığdırılmış o taze dinginliğin aksine, aslolanın yağmurun toprağa dokunduğu gibi gözyaşının da yüreğe dokunması, benliğinde birçok gidişin ağırlığını taşıyor olmasıdır. Ah, haziran… Ne vardı bir yaz yağmuruna onlarca mısrayı, satırı sığdırmanın? Ya ne gereği vardı bunca şiiri, yazıyı kendine saklayacak kadar bencil olmanın? Bilirim, şiirlerin en güzelini şairlerin haslarından, nesirlerin en güzellerini usta kalemlerden okumayı seversin sen. Peki ya biz? Ben söyleyeyim bize arta kalanları: Bir yaz yağmuru ve bizden uzakta bir yerlerde terk edişlerin hüzünlü başlangıcı…
Yıllardan 91, aylardan haziran ve koca bir sevdada tek başına kalmış bir adam… Leyli’sine olan sevdasını, mertçe kavgasını, hınca hınç mısralarını yüreğinin bavuluna doldurup gidiyor. Öyle bir anda, koca bir ömrü bir küçük yürek atışına sığdırırcasına çekip gidiyor işte! Ardından yazılmış/yazılmamış onca mısrayı boynu bükük, sevdayı öksüz bırakıyor ve şimdi büyük ustanın ardından tıpkı dizelerinde dile getirdiği gibi Can garip, can suskun/ Can paramparça…
Bir haziran gününü kendine mesken tutup gidiyor ‘Yedi Güzel Adam’dan biri… Zarif yüreğinin özsuyundan damıtıp yazdığı ve daha yazacağı onlarca mısrayı, bir 7 Haziran günü bavuluna doldurup, kırlarda açacak çiçekleri ardında boynu bükük bırakırcasına, anılar defterine bir gül yaprağı kondururcasına kendi buzdağına dönüyor. "Herkes buzdağının görünen kısmının şiirini yazar ya ben görünmeyen kısmının şiirini yazmaya çalışıyorum,” derdin ya usta, bir yaz yağmuru misali çekip giderken söyle, şimdi kim yazacak buzlara o en güzel dizeleri?
Şairin biri, bir haziran sabahında memleketine olan hasretini, sevdasını, insan manzaralarını; velhasıl yüreğinde evirip kaleminin ucundan özgür bıraktığı ve bırakacağı onca şiiri bavuluna koyup, avludaşlarına uzun ömürler dileyerek gidiyor. Gökyüzü gibi şiirleriyle tüm insanları kucaklarcasına gökyüzüne karışıyor mavi gözlü dev ve kim bilir belki de o gittiğinden beri gökyüzü bu güzel maviliğini onun gözlerinden, kızıllığını özleminin derinliğinden, sarısını ise yüreğinde sevdasını taşıdığı saman sarısı Vera’sından alıyor…
Bir kesişme, şiire bir dokunuş ve nesre delicesine akan bir ırmak durulmaya hazırlanıyor bir haziran günü… Tıpkı diğerleri gibi o da, haziranı kendine mesken tutup ustasının, Mavi Gözlü Dev’inin ardından gitmeye hazırlanıyor; sömürüye, zulme karşı toplumun sesi susuyor, kaleme aldığı onca öykünün, romanın boynu bükük kalıyor. Orhan Kemal’in edebiyat ırmağının suyu, bir haziran günü Ceyhan’ın sularına karışıyor…
Bir 4 Haziran günü, öğleden sonra aniden yatağından fırlıyor şairin biri; sanki vakitsiz bir gidişin habercisinden kaçıp mısra mısra hayata akmak istercesine… Oysa hastalık denen iflah olmaz bir düşmanın, bin bir azapla her gün kapısında o gidiş günün gelmesini sabırla beklediğini bilmeden. Ömür bu işte, durmuyor hep seninle kalsın istediğin yerinde ve öyle apansızın bir anda çalıyor şairin kapısını ölüm yangından değil, ömürden bir nefes daha çalıp, Türk şiirini vuruyor en derinde bir yerinden…
Yazmak ve yazarak var olmaktı onunkisi; ömrüne onca hastalığı, acıları sığdırmasına rağmen, yaşama yazarak sarılmaktı adeta… Oysa daha yazacak satırları, kaleminden özgür bırakacağı nice eserleri varken, sıcak bir haziran günü kalemini de alıp ceketini yaz yağmurlarına asıyor Peyami Safa ve edebiyatın dalı onun ardından bir kez daha kırılıyor…
Yıllardan 1989, aylardan haziran ve zorluklarla dolu bir hayatı dibini sıyırırcasına yaşayan bir adam… Tüm mahpusluklarını, tutukluluklarını, sürgünlerini bavuluna toplayıp gitmeye hazırlanıyor bu dünyadan. Oysa kolay mıydı uğruna bunca acılar çekilmiş bir hayatı, bir küçük soluğa sığdırıp çekip gitmek? İnsan bazen bir koca ömrü geride bırakıp, yorgunluklarını yanına alıp gidebiliyordu işte…
Bir haziran günü münzevi yalnızlığını da yanına alıp, Türk edebiyatını yalnız bırakmaya hazırlanıyor bir yazar. Kolay mıydı dilediğince seyredememek dünyayı, gözlerinin ışığıyla aydınlatamamak? Ve kolay mıydı bir yazar için bir daha yazamayacak, okuyamayacak olmak? Bir kere gözlerini dünyaya açıp, gündüzü tadan bir insan için kolay mıydı gecenin kör karanlığında saplanıp kalmak? Kaldırmadı yüreği yazarın… Kendi elleriyle gidiş biletini kesmek istedi. Oysa hayat onun gidişini sıcak bir yaz gününe saklamıştı.
1980 yazında, bir haziran günü Türk şiiri ahengini yitirmeye hazırlanıyor. Onca gidişi benliğine sığdırmış ve yıllarca sığdırmaya devam edecek olan haziran, bir kez daha edebiyatın dalını kırıyor ve bir çınarı daha toprağa deviriyordu. Ahmet Muhip Dıranas, yazılmış/ yazılmamış az ve öz tüm şiirleri, tiyatro eserlerini bir bir özenle yerleştiriliyordu bavula… Vakit tamamdı artık ve bir vedaya daha sahne oluyordu yine haziran…
Ah, haziran! Ne çok gidişi sığdırdın yaz yağmurlarına, ne çok güzel insanı kopardın bizden ve de ne çok kırdın dalımızı, kanadımızı…
Haziran ayında hayatını kaybeden edebiyatımızın çınarları Ahmed Arif, A. Cahit Zarifoğlu, Nâzım Hikmet Ran, Orhan Kemal, Ahmet Haşim, Peyami Safa, Hasan İzzettin Dinamo, Cemil Meriç ve Ahmet Muhip Dıranas’ı saygı, sevgi ve hasretle anıyorum. Selam olsun değerli dizeleri ve satırlarıyla yüreğimize dokunan, edebiyatımıza sayısız eseri miras bırakan güzel insanlara!