Ah ilk kitaplar! Yazandan bir parça kopacak da evrende yıldız gibi parlayacakmışçasına müstesna bir öneme sahip ilk kitaplar. Bu önem hem yazarlar hem de edebiyat tarihi için geçerli. Biz de bu heyecana ortağız ve büyük bir zevkle yazarların ilk göz ağrılarının görünürlüğüne katkı sunmayı görev biliyoruz.

Ümit Yaban
"Ümit Yaban ile İlk Ümit" röportajları yeni konukların ilk kitaplarıyla romanoku.org adresinde devam ediyor.
Ümit Yaban'ın bu seride sitemizdeki yeni konuğu "Daire" adlı kitabıyla Kansu Oğuz Canbek.

Sayın Kansu Oğuz Canbek ilk kitabınız Daire’yi kutlarım, İletişim Yayınları’ndan elimize geçti keyifle okuduk teşekkürler. Öncelikle merak ettiğim sizsiniz, edebiyatla kurduğunuz ilişkiye de değinerek kendinizi tanıtır mısınız? Kansu Oğuz Canbek kimdir?

Merhaba sayın Ümit Hanım. Öncelikle güzel sözleriniz ve dilekleriniz için içtenlikle teşekkür ederim. Ayrıca bu röportaj fırsatı için de ayrıca teşekkür etmek isterim.
Kendime dair kısaca okumayı ve yazmayı bayağı çok seven biri olduğumu söyleyebilirim. Edebiyatla kurduğum ilişki… Zor bir soru, ne yalan söyleyeyim. Ben edebiyatı bir diyaloğa benzetiyorum galiba; ama asenkron bir diyalog çoğunlukla, iki taraflı ilerlemiyor. Bir tarafta birbiri üzerine yazılan yazılar var ama asla bir önceki bir sonrakini duyamıyor. Sonraki olarak -ki bu çoğu zaman okuyucu oluyor sadece- neredeyse hiçbir zaman cevap veremeyeceğimiz bir, diyalog var ortada. Her şeye rağmen bir diyalog ama; çünkü okuduğum zaman -en azından ben- kendimi duyulmuş da hissediyorum. Okuyunca, anlaşılmış hissediyorum. Biri, bir zamanlar birtakım meselelere kafa yormuş, çokça yaşamış, daha da fazlasını düşünmüş ve söyledikleriyle bana bu koca dünyada yalnız olmadığımı hissettiriyor. “Ben buradayım,” ya da -maalesef daha talihsizi- “Ben de buradaydım…” diyor.
Eğer ki şanslıysak, biraz daha rahat -karşılıklı olarak- konuşma şansımız var. Değilsek de… Ne yapalım, hayat böyle uygun görmüş. O zaman biz de biraz yazmalıyız herhalde. Nazım Hikmet, Severmişim Meğer şiirinde nasıl da muhteşem dile getirmiş: “bilirim benden önce duyulmuş bu keder / benden sonra da duyulacak / benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere / benden sonra da söylenecek”. Yaşam oldukça yazılacak ve okunacak şeyler olacak sanırım. Ben de bu diyaloğun hem okuru hem yazarı olmak isteyen, bu yönde çabalayan biriyim galiba.
Yazma yolculuğu nasıl başladı? Yolda bir atölye ya da editörden destek aldınız mı? Bu yolculuğa yeni çıkanlar için tavsiyeleriniz nelerdir?
Gerçekten yazmaya -yani hem kendim için hem de birileri tarafından okunması için yazmaya- lise hazırlıktayken başladım. Daha öncesinde -tabii ki- sadece edebiyat derslerinde verilen kompozisyon ödevleri için yazmıştım. Onları yazarken keyif almadığımı söyleyemem ancak ders için yazıldıkları için daha “tumturaklı” olmaları gerekiyordu.
İçimden geldiği şekilde yazmaya ise hazırlıktaki en yakın arkadaşlarımla birbirimize oyun olsun diye öyküler yazarak başladım diyebilirim. Sonraki yıllarda başka sınıflarda olsak da okuldan sonra bir yerlerde oturduğumuzda derslerde karaladığımız öyküleri okurduk. Genellikle absürt olan bu öyküler, hem derslerde işlediğimiz konulardan (tarih olsun, edebiyat olsun), hem de bir diğerimizin yazdıklarından bolca etkilenen kısa öykülerdi.
Sonrasında bir blogda toplamaya başladım yazdıklarımı. O senelerde “blogspot” vardı (artık genç yazarlar(!) da yaşlanıyor demek…). Yazdıklarımı orada derler, arkadaşlarımla “link paylaşırdım”. Bir süre sonra o blogu kapadım ancak yazmaya ve yazdıklarımı dostlarımla paylaşma devam ettim.
Genç yazarlara tavsiyelerim maalesef çok klişe şeyler olacak: çok okumak ve daha da çok yazmak. İnsandan doğan her şey gibi yazarlık işinin de %5 yetenek %95 çalışma olduğuna inanıyorum. Tabii bir de yazdıklarını başkalarıyla paylaşmaları. Başka gözlerin görmesi, özellikle de geri bildirimlerde bulunması çok önemli. Galiba edilebilecek tüm beylik lafları tükettim.
Yaşanmışlıklar, gözlemlediklerimiz, iç dünyamız yazdıklarımızın bel kemiği olsa da sizin yazarken ilham kaynaklarınız, hikâyelerinizin temelini oluşturan unsurlar nelerdir?
Ben genellikle ilhamımı ülkemizden alıyorum. İngilizce sevdiğim bir deyim vardır, “Truth is stranger than fiction, but it is because Fiction is obliged to stick to possibilities; Truth isn't.” (Bu vesileyle -bu deyimi doğru alıntılamak için ararken- ben de Mark Twain’in kaleminden çıkmış olduğunu öğrendim. Kendim “Life is stranger than fiction.” olarak hatırlıyordum). Bu sözü, (tabii biraz da serbestçe) şöyle çevirebiliriz herhalde: Hakikat kurgudan daha şaşılasıdır, zira Kurgu, olasının boyunduruğundayken hakikat özgürdür.
Canım ülkemiz (ve tabii dünya da aslında, bütünüyle) sağ olsun, şaşılası olanı bolca, yaşıyoruz. Hikayelerimi de -bu şaşkınlıklarımı dile getirirken- aslında şaşırıp unutmamayı ve asla bu şaşkınlığı kanıksamamız gerektiğini düşünerek yazıyorum diyebilirim.
Yazım süreciniz belirli bir disiplin veya ritüel çerçevesinde mi ilerliyor? Yazar tıkanıklığını aşmak için benimsediğiniz özel yöntemler var mı?
Dürüst olmam gerekirse belirli bir disiplinim yok. Genelde hikâye kafamda şekillenene kadar -yani hem başını hem de sonunu oturtana kadar- pek yazmıyorum.
Önce unutmamak için başını yazıyorum, sonra da sonunu düşünüp bulmaya çalışıyorum. Sonunu bulunca da kendimi -ne kadar zor gelirse gelsin- yazmaya ve öyküyü kelimelere, dökmeye zorluyorum. “Önce yaz sonra editle [düzenle]” şiarına yürekten inanıyorum.
Genelde birkaç önceki paragrafa dönüp, kendi kendime sesli okuyarak, daha önceden yazdıklarımı tekrar tekrar editliyorum. Böyle bir momentle de kalan cümleler daha kolay ortaya çıkabiliyor.
Çoğu zaman, sıkı sıkı yazdığım birkaç haftayı, yazmaktan uzak geçirdiğim aylar takip edebiliyor.
Kitabınızın genel teması nedir? Temayı oluştururken bilinçli bir şekilde mi hareket ettiniz yoksa yazım sürecinde kendiliğinden mi ortaya çıktı?
İlk kısmı zor ikinci kısmı ise nispeten daha kolay bir soru sormuşsunuz; o yüzden, izninizle, önce ikinci kısmı yanıtlayarak başlayacağım cevabıma.
Öykü dosyamı oluşturmaya karar verdiğimde, dosya için sonradan belirlediğim öykülerin çoğu bitmişti zaten. Elimde on – on beş kadar öyküm vardı. Ancak, bu öyküler on küsür yılda yazılmış, seyrek bir şekilde ortaya çıkmıştı. Bir dosya için onları bir araya getirmeye çalıştığımda aralarından bazılarının benzer temalara sahip olduklarını “fark ettim”. Öyle olunca da tema, kendiliğinden ortaya çıktı diyebilirim.
Bu temanın ne olduğuna gelirsek… Tekrar eden “şeyler” diyebilirim galiba. Öyküler bireysel hikayeler anlatıyor ancak anlattıklarının ortaya çıkışına sebep olan yapısal koşullar ve kurumlar var sanki. İnsanı içine çeken, kaçmasına izin vermeyen…
Kitabınızı okuyan birinin aklında en çok hangi soruların veya duyguların kalmasını isterdiniz?
Bu soruyu yanıtlamaya da bir önceki cevabımda kaldığım yerden devam etmek isterim sanırım.
Özellikle ülkemizde devlet, insanı neredeyse bir “hammadde” gibi kullanan bir kurum. Ne garip değil mi? Oysaki bir araç sadece, hem de çok basit bir hedefi olan bir araç: insanların refahını ve mutluluğunu sağlamak. Ancak ülkemizde devletin bir “kişiliği” var. “Devlet baba” diyoruz mesela. Saygı duyulması gereken bir yapı. Oysa insan çekice saygı duyar mı? Bu şaşkınlık hissi kalabilir belki. Ancak, otoyolda üstüne gelen aracın farlarına kilitlenen masum tavşanın şaşkınlığı şeklinde olmaması şartıyla. İnsana “A-ah! Üstüme iyilik sağlık!” dedirten, insanı şöyle bir silkelendiren bir şaşkınlık, kabullenememe şaşkınlığı. Böylece de belki sonrasında “Kendine saygı duyulmasını isteyen çekiçlere ne yapmalı?” sorusu gelir insanın aklına. Onu da hep beraber düşünürüz.
Kitabınızı yazarken ve yayımlarken aldığınız en değerli tavsiye ne oldu?
Dosyam kabul olduktan sonra dosyayla alakalı çok önemli bir konuda kafam karışık, ben kararsızdım. Benim için çok çok değerli bir insan “Saçmalama” dedi. Tabii ki de onu dinledim.
Yeni dosya hazırlığınız var mı? İlk kitap tecrübesini yaşamış biri olarak, ikinci dosya hazırlığında mutlaka buna dikkat edeceğim dediğiniz başlıklar neler?
Yeni bir dosya hazırlığım var, evet. Bir roman üzerine çalışıyorum. Hatta neredeyse bitirdim diyebilirim. Tabii daha yapılacak çok şey var. Bakalım, her eser başka bir heyecan!
Sorunuzun ikinci kısmını yanıtlamak için bu sefer de en sevdiğim yazarlardan biri olan Gabriel Garcia Marquez’den yardım alacağım. Doğru alıntılayamayacağım maalesef zira kitabı okuyalı çok sene geçti ve nüshamı kaybettim, zaten o zamanlar satırların altını çizme alışkanlığım da yoktu. Marquez, anılarını yazdığı Anlatmak İçin Yaşamak kitabında kendi yazma süreci ile ilgili kabaca şöyle diyordu diye hatırlıyorum: “Benim için bir kitap yayınlandıktan sonra biter. Asla geri dönüp okumam. Dönüp okursam değiştirmek isterim çünkü.”
Bende de durum benzer maalesef: Yazdıklarıma tekrar tekrar dönüp değiştiriyorum. Bir yerden sonra son değiştirdiğim cümleyi bir evvelki düzenlememdeki haline geri çevirdiğimi fark edince, “Tamam, bitmiş olmalı!” diyorum. Ancak o zaman, bir sonraki yazıya geçmek mümkün oluyor.
Sorularımla okuyanların hem sizi daha iyi tanıması hem de kendi kafalarındaki soru işaretlerine bu yoldan geçmiş birinden cevap bulmalarını diledim. İkinci kitabınızı heves ile bekliyorum. Gönlünüze, kaleminize layık ömrünüz olsun. Teşekkürler.
Ben asıl teşekkür ederim bana bu imkânı verdiğiniz için. Güzel sözleriniz ve dilekleriniz için de tekrardan içtenlikle teşekkür ederim.

Kansu Oğuz Canbek,
Daire,
127 Sayfa, İletişim Yayınları
Söyleşi: Ümit Yaban, 15.11.2025






.jpg)



