top of page

Yüksek bir binanın 29. katında bir pencerenin önündeyim. Camdan duvar mı demeli, pencereler bu kadar büyük olmaz çünkü. Hem zaten açılmıyor. Açılmayan pencere mi olur? Dışarısı sadece görsel bir fon, arka planda oynayan sessiz bir film. Güneşin yalnızca ışığı var sonsuz betonların üzerinde düşen. Betonland olarak adlandırıyorum iş yeri ve civarını. Rüzgârın yalnızca hayali var. Bitmesi gereken işler, doldurulması gereken tablolar, gösterilmesi gereken performanslar, netleştirilmesi gereken kapsamlar... Sanki biri doğayı parçalara ayırmış, gökyüzünü grafiklere, rüzgârı maddelere bölmüş. Ben, orada hâlâ bir insan kalabildiğime inanmaya çalışıyorum.


Masamın üzerinde bir ekran -ki masam da bana ait değil. Kişisel masa diye bir şey yok, ofise gelenler istedikleri yere boş buldukça oturuyorlar. Hot desking deniyor bu saçmalığa. Kimsenin bir yere alışmaya, yerleşmeye, kök salmaya, durmaya, sahiplenmeye tahammülü yok. Özgürlük sanki bu kavramların varlığını reddederek büyüyor. Düşmandan kaçar gibi kaçıyorlar bunlardan. Bugün cam kenarında oturuyorum, yarın duvar, başka gün bu katta yer olmayabilir alt kata inmek durumunda da kalabilirim. Katların hepsi neredeyse aynı. 59. katta da olabilirdim. İçerisi klimalı, uğultulu, boğucu.


Ofisteyken hep başka şeyleri düşünüyorum; adını koyamıyorum. Belki rüzgâr, belki toprak, belki havanın gerçek kokusunu. Burada hava bilmem kaç filtreli klimalardan geçerek geliyor, koku yok. Nefes alıp verdiğimi hissetmiyorum.


Geçenlerde köyde yaşanan sıradan bir hikâye anlatıldı bana. Çocuğun biri sınıfta huysuzluk çıkarıyormuş, ödevlerini yapmıyor, dersi dinlemiyor ve derse geç kalıyormuş. Öğretmeni yanına çağırıp konuşmuş. Çocuğun babası meğer çobanmış ve çocuk da okul sonrası ve tatil günlerinde babasına işinde severek yardım ediyormuş. Özgürlüğe, serbest yaşama alışan çocuk okula uyum sağlayamıyor haliyle. Şöyle cevap vermiş: “Keçilerimi özlüyorum öğretmenim, bırakın beni gideyim.”


O an çok iyi anladım. Çocuğun keçi demesi, içimde bir taş oynattı. Ben de özlüyordum. Keçi, bir dağın serin yamaçları. Islak toprak. Gölgenin serinliği. Kokular, sesler, yavaşlıkla dolu bir yaşam. Canı sıkılan bir çocuğun o sıkıntıyı kendiyle kalıp büyütebildiği bir zaman. 29. Katta can sıkıntısı bile yasak bize. Her koşulda üretmeli, verimli olmalı, meşgul görünmeli, iletişimi kuvvetli tutmalı, sorunlara çözüm bulmalı, en çok sen çabalamalı ve görünür olmalısın. Oysa insanca bir hâl; keçinin peşinden koşmak, ona isim vermek, bağ kurmak, koşarken yorulmak nefes almak, bir avuç içinden su içmek. Çocuk keçilerini özlemiyordu yalnızca, hayatını özlüyordu. Gerçek, yaşanmaya değer hayatı…

Beyaz yakalı bir _kadın_ ofis çalışanı, kabuğuna hapsolmuş hissediyor.  Yüksek katlı bir p
  • Instagram - Black Circle
  • Twitter - Black Circle
  • YouTube - Black Circle
  • Facebook - Black Circle
nur.png

Yoktu mesai, yoktu döner sandalye, yoktu sütsüz sert kahve, zorunlu selamlaşmalar ve uykusuz yılgın sabahlar. Ben de hayatı özlüyorum. Şiirsel manada değil, gerçek anlamda. Bedenimin hatırlattığı, zihnimin unutturmaya çalıştığı bir hayat daha var. Denize bakarak oturmak, dalmak, düşünmek yerine penceresi bile açılmayan insanların karınca gibi göründüğü bilmem kaçıncı katta gerçek düşüncelerimi söyleyemeden, sabit, sıkıcı, stabil ve steril biriyim. İçime kapalıyım. İçim ve dışım bambaşka yerlerde. Bir bitkinin dahi yaşayamadığı bu yerde kim bilir ne uğruna burada olmam gerektiğine inandırıldım. Üstelik herkes tarafından. 


Çocukken okulda sıkılınca “dikkati dağınık” deniyordu, büyüdüğünde ofiste “performansı düşük.” Aynı suçlama, farklı renkte ve pakette. Sistem bu, ne yapıp edecek her insanı hizaya sokacak. Henüz çocukken öğretiyorlar bunları bize. Yine aynı bizler, büyüdüğümüzde keçi gibi doksan derece açıyla dimdik dağlara bile tırmanabilen bir hayvana çitler çekiyoruz. Unutuyoruz, keçi çiti aşar, peki ya insan? Çiti görebiliyor muyuz? Yerini biliyor muyuz? 


Ne demek açılmayan pencere, bir saat öğle arası, parmak okutup girilen ofis. Tüm bunlar bana ne söylüyor? “Bak” diyor, dışarısı var ama senin değil. Rüzgâr var ama hissedemezsin, güneş var ama tenine değemez, hava var ama koklayamazsın, sıcaklığı hissedemezsin klima hep sabit tutar. Tek mevsim, tek düzen, standartlar, prosedürler. Belki de o yüzden evde kışın ortasında bile pencereleri açıp çalışmayı seviyorum. İnatla sonuna kadar açıyorum. Rüzgârı, soğuğu, sıcağı her şeyi hissetmeye çalışıyorum. Zihnime, bedenime kaydediyorum kaybettiklerimi yeniden. Cam açma arzusu aslında nefes alma, yaşama, hissetme, gerçekliğe temas etmenin dışavurumu. Isınsa da üşüse de doğanın bir parçası olduğunu, mevsimlerin, tüm sıcaklıkların “normal” olduğunu hatırlama ihtiyacı. 


Sistem için çocuk gelecekte mahsul alınması planlanan varlık, yetişkinse verim alınacak, sistemde tutulması gereken bir mahsule dönüşüyor. Borçlan, çalış, öde, tekrar borçlan. Beden büyüse de ruh sıkışıyor. Varlığımız insan kaynaklarının, yöneticilerin beklentilerini karşıladığı ölçüde puanlara, performanslara bölünüyor.  Test edil, işe alın, sınıflandırıl, ölçül, değerlendiril, emekliye ayrıl. Kimse yaşa demiyor. Yaşa! Hisset! Özle! Dur! Bak! Haline bak.


Oyun değil başarı, merak yerine ezber, kendi ritmiyle yaşamak değil, zille kalkıp zille oturmak öğretiliyor. Zil sesini duyunca hareket eden üretim bandı gibi, erken yaşta duvarlarıyla meşhur sistemlere dahil oluyoruz. Masum amaçlara hizmet eden okul sıraları, gelecekteki ofis sandalyelerinin ön provasına, zil sesi molaların sınırlı sürelerine, betondan okul bahçeleri, peyzajla düzenlenmiş sigara içme alanlarına dönüşüyor gelecekte. Devamsızlık hakkı, yıllık iznine dönüşüyor. Kurallarla örülü çocukluk ve yetişkinlik. Dersi dinle, ayağa kalk, saygı göster, itaat et, yukardan geldi, patron istedi. Hiyerarşik düzenlere işin gereğini yapmaya alıştırılıyoruz. Öğrenmek için içten gelen bir merak değil, başarıya odaklı, sevgi kırıntısı için çabalayan öğrenci gidiyor yerini profesyonellik görüntüsüyle duyguların bastırıldığı, “takım oyunculuğu” ve “aileyiz” klişeleriyle bireyselliğin, varlığın yok sayıldığı bir alan oluşuyor. Alışıyoruz. Hazırlanıyoruz.


İçerdeki ütülenmiş ruhlar ofisi bambaşka bir dünyanın provasını yapar sanki; saçlar düzgün taranmış, cümleler özenle seçilmiş, kıyafetler ütü izleriyle konuşur, masalar ve dosyalar milimetrik bir düzende dizilmiştir. Her şey kusursuzluk objesi gibi durur yerli yerinde. Renkler birbirine yakın, solgun bir uyumda buluşur. Ceket düğmeleri sımsıkı iliklenmiş, bastırılmış duyguların cilde en yakın hali gibi. Topuklu ayakkabıların sert ve kararlı sesi ise, ofisin sessizliğinde yankılanan bir itirazdır belki; anlamsızlığı bastırmak istercesine adım adım yürür koridorlarda. Klimaların sesi bile çoğunlukla duyulmaz; ofis uygulamalarının, telefonların, görüşmelerin, içi boş konuşmaların uğultusu yayılır. Nötr konuşmalar, ifadeler, duygusuz davranışlar ofisin yapay havasını oluşturur. Birbirlerine söyleyemedikleri sözleri dolaylı ifadeler, ses tonları, gülümsemelerin altına sıkıştırılmış milimetrik dudak ifadelerinden anlama yeteneği herkese yayılmış vaziyette. Sadece roller ve kartondan görüntüler gezinebilir ofislerde.


Ne parlak ne soluk. Tam olması gerektiği kadar hissiz. Renk diye bir şey yok. Bej ve koyu renklerde birbiriyle sinir bozucu derecede uyumlu ve tekrar eden nesnenin bir ordu gibi nizami şekilde yığılı olduğu ofis ortamında pazartesi sabahı mı, çarşamba sabahı mı bilinemez, aynıdır. Her şey donmuş, aynı saatte gelinir ve gidilir. Bir masanın başında otururken, beş dakikada yazabileceği bir e-postayı bitiremez insan. Çünkü dışarda bir yerlerde akan yaşamı düşünmek iç burkar. Boş duvara, ekrana, saate bakar. Duvarların ardındaki dünyayı düşler. Çünkü oraya ait değildir. Çünkü hiçbir insan o kadar hareketsiz kalmamalıdır. 


Doğa her an değişkendir, güneşin doğması, batması, bulutlu hava tüm renkleri ve yaşam şartlarını değiştirebilir. Özünü kaybetmeden. Çünkü doğada hata yoktur, sadece var olmanın muhteşemliğinin altı çizilidir. Uyum sağlamayı değil sadece var olmayı inşa eder. Kendin olmaktan vazgeçmeden sınırsız renk seçeneği ile yaşayan bir ruh olmayı vadeder. Toprak bazen çamur olur, sıvılaşır. Bazen katılaşır. Ağaç eğrilir ama doğrudur. Deniz kabarır, taşar yine de özünü kaybetmez.
Çocuk hâlâ keçilerini özleyebiliyorsa eğer, bizim de hatırlayacağımız şeyler var. Mesela duvarların ardındaki hayat.

  • Instagram - Black Circle
  • Twitter - Black Circle
  • YouTube - Black Circle
  • Facebook - Black Circle

© 2023 by HEAD OF THE CLASS.

PR / T 123.456.7890 / F 123.456.7899 / info@mysite.com

Hazırladığınız kitap incelemelerinizi, öykü-deneme türündeki yazılarınızı, edebiyat ve sanat odaklı dosya konularınızı romanoku.org@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.

 

Tanıtım amaçlı kitap gönderimi ve reklamlarınız için de aynı kanallardan ulaşabilirsiniz.

  • Instagram
  • X
  • Facebook
  • Youtube
bottom of page