Zehra SADIKER
05.12.2022
Kurabiye
İsmi Kurabiye, şimdilerde üç yaşında. Sere serpe uyuklarken eski bir ambarın kuytusunda, yağmur deliye döndü. Çinkoya çarpan her damla kulağını titretiyor, tüyleri iyi karıştırılmış bir kek gibi kabarıyordu. Salon beyefendisi değildi nihayetinde, tepesi atıverdi.
"Ne gök gürlemesi durdu ne yağmuru. Ne çok tepindiniz başımda!"
Damlalar içerledi Kurabiye’ye, seslendiler diğerlerine
"Gelin de şu pencere önü çiçeğine bir bakın."
Hızını artırdı gökyüzü.
Turuncu hareli kuyruğunu kırbaç gibi sağa sola sallarken onu ne de çok beğendiğini fark etti. Sinirleri yatıştı biraz. Diliyle taranması biter bitmez çabasız güzelliğiyle kalktı ambarın kuytusundan, yollandı Alaattin’in bodrum katındaki ayakkabılığına. Ardı ezilmiş yumurta topuk ayakkabının arkasına kıvrıldı. Uykuya dalmadan önce başladı dua etmeye.
"Allah’ım beni, son gördüğümde kır saçlı hanımın avucunda uykuya dalan turuncu biraderimi, tek bıyıklı tombalak suratlı kara kedinin peşinden giden annemi, şu apartman kapıcısı Alaattin’i koru yarabbi."
Zorunlu görevini taşrada yapan her memur gibi, o da uykuya dalarken düşledi denizi. Kendine yakın gördüğü martının tekiyle sohbete başladı.
-Kanatların olsa nereye giderdin Kurabiye?
-Nerde değilsem oraya.
-Ben Ankara’ya gittim bir gün bir balık kamyonunun peşinden.
-İyi.
Böyle cevap verdi çünkü Ankara hakkında söyleyecek tek bir şeyi yoktu. Ama balık hakkında anlatacak bir şeyleri vardı.
Alaattin apartmanın artıklarından temiz bir tabak hazırlar her gün Kurabiyeye. Nasıl olduysa bir pazar akşamı evde pişen, burnunu titreten haşlanmış tavuktan sunulmadı kendisine. Ne ettiyse giremedi evin mutfağından içeri. Sen misin Alaattin galebe çalan. Hızlı adımlarla balıkçı pazarının yolunu tuttu. Fazla uzun değildi yolu. Nihat’ın köşedeki düğme dükkanını geçince göründü balıkların pulu. Tezgahtan kaptı denizden yeni çıkmış bir palamutu, balıkçı gördü ya çıkarmadı yine de sesini. Mübarek adammış; ölmüşlerinin canına değsin.
Uykuya yenilmeden bodrum katına dönünce gözleri açıldı, tabakta haşlanmış tavuktan birkaç parça vardı, hem de porselen tabağın içinde. Anladılar küstüğünü belli, burun kıvırdı koklamadı bile tabağı, döndü sırtını yattı. Kurabiye bu, bıyığı yelli.
Kurabiye üç aylıkken apartmanın garajında, üç gün dört gecenin sonunda, kara kedinin peşinden giden annesinin dönmeyeceğini anladı. Nasıl avlanacağını bilemedi önceleri, çöp karıştırmayı da yüreği almadı. Beti benzi atmışken çöp konteynerinin altında rast geldi Alaattin Kurabiye’ye. O gün bugündür evi bilir Alaattin’in kapı paspasını.
Nurettin Bey, ne iş yaptığı belli değil. Penceresi muşambadan, kapkaranlık cinli bir evde yaşar karısı Banu’yla. Kurabiye ona ne zaman rastlasa canhıraş tırmanır dut ağacına. Dişsiz ağzı, kambur sırtı, güldü mü çenesine değen burnu, sırık gibi boyu. Nasıl etmiş de sevmiş bu çirkin adamı Banu. Kırıntı yedirmese arada bir, çekileceği yok aynı mahallede nefes almanın.
Kasabanın tek dişçisi topal dişçi. Gözleri biraz şehla bakar. Sever onu Kurabiye, bir kez kuş hediye etti dişçiye, beğenmedi herhalde, homurdandı tüm gün kuşun tüylerini oradan buradan toplarken. Bir dahakine bir çekirge getirmeli belki.
Mahallenin sonunda, iki katlı kırmızı boyalı evin sahibi Leyla hanım. Evinin balkonu çiçek saksısı dolu. Çiçeklerine isimleriyle seslenir; nergis olanın adı Nazlı. Nazlı’nın saksısına kurulup etrafı süzer Kurabiye. Bir pazar sabahı fırından yeni çıkmış ekmeğin kokusu Kurabiye’ye ulaşmadan tüyleri taranmış, gözleri çapaksız, vakur bir sarman gördü evin penceresinde. Bedeni yaprak gibi titredi; o badem gözleri daha önce görmediğine emindi. "Yaman kediymiş" diye düşündü. Tüylerine çeki düzen verirken bıyık burmayı ihmal etmedi.
Güneşe doğru uzattı minik pembe burnunu ve Leyla hanımın sesiyle irkildi.
- Süslüü!
Adı buydu demek. Süslü.