Öznur BİÇER
22.03.2021
RAİF EFENDİ ASLINDA BENİM!
Kürk Mantolu Madonna’nın ilk yayımlanma tarihi aslında 1940’lı yıllara dayanmakta. 1940-1941 yılları arasında Hakikat gazetesinde “Büyük Hikâye” başlığı altında 48 bölümde yayımlanan hikâye ne yazık ki beğenilmiyor ve bu yüzden Sabahattin Ali ile gazete sahibi arasında tartışma çıkıyor; Ali kitabın telif hakkını da alamıyor.
İlk baskısı 1942’de yapılan kitap o dönemde edebiyat çevrelerince yine sevilmiyor, okunmuyor. Sabahattin Ali 1948’de öldürüldükten sonra ise neredeyse unutuluyor. 1998’de Yapı Kredi Yayınları telifini aldıktan sonra satışlarda büyük bir patlama yaşanıyor. Kitap çok satanlar listesinde yerini hâlâ korumakta. Hâl böyle olunca insan sorgulamadan edemiyor; acaba bu kitabın sırrı ne?
“Bir kitabı okurken geçen iki saatin, ömrümün birçok senelerinden daha dolu, daha ehemmiyetli olduğunu fark edince insan hayatının ürkütücü hiçliğini düşünür ve yeis içinde kalırdım.”
Bana göre bu başarının en büyük nedeni, Sabahattin Ali’nin kaleminin sade ve anlaşılır olup, ruh tahlillerini çok iyi yapmasıdır. Gerek Raif Beyin gerekse Maria Puder’in hayata karşı bakış açıları, sevgileri, hüzünleri, hayal kırıklıkları ilmek ilmek işlenmiştir. Diğer büyük bir neden de sosyal medyada kitap, kahve fotoğraflarının temelinin bu kitap ile atılması olabilir tabii ki!
Kitap iki bölümden oluşmaktadır; ilk bölümde işten çıkarılan Rasim Beyin arkadaşı Hamdi ile karşılaşıp onu işe alması ve böylece Raif Bey ile tanışmasını anlatmaktadır. İkinci bölümde ise Raif Bey’in günlüğünü okumaya başlıyoruz. Günlükte, Raif Bey’in içinde kopan fırtınaları, hayal kırıklıklarını, insanlara karşı duyduğu öfkeyi, yalnızlığını, Maria Puder’e duyduğu aşkı ve sonrasında gelen acıları okuyoruz.
Bu kitabın en önemli özellikliği nedir ve neden bu kadar seviliyor diye kendime sorduğumdaysa, "Raif Bey aslında benim, biziz!" cevabını alıyorum. Çocukluğundan beri hor görülen, hiçbir işte tutunamayan, insanlar tarafından sevilmeyen, yapayalnız, bu yalnızlığını kitaplar ile dost olarak gidermeye çalışan, umutsuz ve sürekli kaybeden bir adamın içsel savaşlarında kendimizi buluyoruz aslında. Ev hayatını okurken, Türkiye şartlarındaki bir aile ortamına konuk oluyoruz örneğin. Birbirlerini sevmeyen, 'mecburen' aynı ev içerisinde yaşayan aile bireyleri, gönüllü olarak yapılan işlerin bir süre sonra yapılması gereken bir görevmiş gibi görülüp bir teşekkürün dahi çok görülmesi gibi bir çok olay aslında tanıdık her birimiz için.
Kitabın ana konusunu ise elbette aşk oluşturuyor. Bir insan bir insana ne kadar derin duygular besleyebilir? Ne kadar sevgi ve saygı duyabilir? Bomboş bir hayata ne kadar renk getirebilir? Gerçekten aşk diye bir şey var mı yoksa hepsi bizim uydurmamız mı? İşte tüm bu soruların cevabını Raif Efendi ve Maria Hanım veriyor bizlere.
"Tesadüf seni önüme çıkarmasaydı, gene aynı şekilde, fakat her şeyden habersiz, yaşayıp gidecektim. Sen bana dünyada başka bir hayatın da mevcut olduğunu, benim bir de ruhum bulunduğunu öğrettin."
Kitabın sonunda şu soru akla düşüyor: Yaşam gidene mi zordur, yoksa kalana mı? İşte bu sorunun cevabını Raif Efendinin günlüğünde buluyoruz; giden gidiyor, kalan ölüyor. Peki bir insan neden günlük yazar? Çünkü kimsenin dinlemeyeceğinden emindir. Yapayalnız olduğunu bilir ve içinden atmak istediği şeyleri bir parça kağıda yazar. Raif Efendi de kimsenin onu dinlemeyeceğine o kadar emin ki, tek bir insana bile anlatmadan sadece küçücük bir deftere yazmış koca hayatının hikâyesini. En nihayetinde sobada yakacağını bilerek...
Kitap bittiğinde benim aklıma İclal Aydın’dan alıntıladığım şu sözler düşüverdi: "Çok sevdim zanneder insan. Yanlış sever lakin. Kimi, seni yaratandan daha çok sevebilirsin ki? Kimi o kadar seviyorsan, bil ki uçurumun odur. Nasıl seviyorsan dibi o kadar derin ve karanlık olur..."
Belki de en büyük yanlışımız, birilerini hayatımızın merkezine oturtarak onlarsız yapamayacağımızı, onsuz hayatımızın renksiz, tatsız, tutsuz, boş olduğunu düşünmektir. Tıpkı Raif Efendi'nin insanlardan kaçarken bir anda Maria'ya tutulup bütün hayatını mahvetmesi gibi...