17.02.2021
MARTIN EDEN'İN AZMİNDEN SENDE DE VAR MI?
Beynim tufana yakalanmış gibi kafatasımın içinde savruluyor. Tutundurmaya çalıştıkça ufalıyor, eziliyor, büzülüyor bilye kadar kalıyor. Bilyem, tahtanın üzerine sektirilip atılmış bir tazı gibi deliğe doğru koşuyor. Tırrrrrrrkk. Hışımla çarpıyor tüm zamanlara: geçmiş, gelecek, an, araf…
Geçmişe gidiyorum. Belki bin yıl önceme. Eski Roma’ya kadar uzanıyorum. Bir savaş esiriyim: gladyatörüm. Beni arenanın ortasına fırlatmışlar. Etrafımda benden iri benden ufak esir gladyatörler. Ortalıkta tekinsiz durumlar. Nahoş, berbat bir koku. Ben, tek başıma elimde tahta kılıcımla, öyle dımdızlak duruyorum. Bacaklarım tir tir titrek, gözlerimin önünden akan vahşeti görüyorum. Ağzımda acı bir tat.
Roma halkı küfürler yağdırıyor, ellerinde köpek öldüren şarapları gargara yapıp bana doğru tükürüyor, nara atıyorlar: “Başaramazsın.” diyorlar. Yüzüme sırıtıp yanındakine fısıldıyorlar. “Başaramayacak.” Sesler kısılıyor sesler kulak zarını patlatıyor. Ve sesler durmuyor. Koro halinde salyalarını akıta akıta o tek ses: “ Buradan çıkamayacaksın.”
Bir dönem tamı tamına içinde bulunduğum, bana bunu hissettirmeye çalıştıkları duyguydu bu. Çevrem, azgın Antik Romalı seyirci, başaramazsın diyen çokbilmiş akrabalarım, kılıcımsa kalemim.
Karar verdim. Sınava girecek ve atanacaktım. Planlar yapıldı, hazırlıklar tamamlandı. Köyde dershane yok, babam şehir merkezinden ev tuttu. Belki de memleketin en kılıksız eviydi bu. Olsun, babama masraf olmasın. Durumu zaten yoktu. Eşya da babamın durumu gibiydi. Yoktu. Dert de değildi. Bir odun sobam vardı ısıtacak mis gibi. En ucuz kömürü alırdım. Bu yüzden kör olasıca yanmaz, tüm evi dumana bulardı. Komşular yangın çıktı sanır kapıma üşüşürlerdi korkudan. On numara buzdolabım vardı. Buzluğuna pet şişeleri koyar, buz tutunca masamın altına koyduğum su dolu leğenin içine sallardım. Ders çalışabilmek için elli derece sıcağa karşı bulduğum en mükemmel çözümümdü. Dört kilometre yürür derse yetişirdim, yol parası vermemek için. Eğitim aşığı babam tek sponsorum olduğundan her öğrenci gibi ben de yumurtanın en afili versiyonlarını makarnanın seksen sekiz çeşidini yaptım. Hayatımı derin dondurucuya koydum. Atanınca derdim. Atanınca… Derin dondurucunun fişini çekip yaşama döneceğim. O günü iple çektim. Buz gibi soğuk odada tek başıma titrediğim günleri unutamıyorum. En yakınımın her akşam yemeğinden sonra arta kalan yemekleri çöpe döktüğünü, o akşamlarda küflü ekmek yediğim günleri unutamıyorum. En yakın bağımın elini beline koyup beni hor gördüğü günleri unutamıyorum. Anlamadılar. Bu kadar anlaşılabilir bir amacı anlamadılar. Ama çok güzel anlattılar. Beklentiler herkes için farklı olabiliyor. Final çizginde seni çiçeklerle beklediğini sandığın en yakınların bile çok farklı olabiliyor. Biz buna gerçekler diyoruz. O yolda senden başka kimse olmayabiliyor. Elinde kalem değil; ütü, bulaşık süngeri, süpürge sapı, toz bezi gibi onların işine yarayacak harika icatları görmek isteyebiliyorlar. Kimin ne umrunda kendi çıkarlarından başka. Gözümden yaşlar dökülürdü, arenadan sesler yükselirdi. “Sürtük, boşuna debelenme, sen kimsin başaracak.” Tıssss.
O sene 0,3 puanla atanamadım. Seyirciler sırıttı; çürük, pis dişlerini göstere göstere. Çeşitli işlerden aranjman yaptım kendime. Beni benden alan, canıma ot tıkayan. Beni bir tezgâhtar, mobilyacı, market görevlisi yahut su arıtma cihazı satmaya çalışan call center olarak görmeniz mümkündü. Bir de işsizlik günlerim var tabii. Akıllara zarar.
Ve tekrar hazırlandım. Mülakatlara koşuyordum. Yedek birdim. Gücüm tükenmiş ama dilimdeki tüyler hâlâ “atanacağım” diyordu. Herkes pes etmemi bekledi. Arenadan yuhalamalar gırla. Şaka gibi ben yine hazırlandım. Bu psikolojik, ekonomik, beni parçalara bölen sınavdan atanarak galip geldim. Ben atandım. Arena seyircisinden tık yok, sesler kesildi. Başardım. Dillere pelesenk olmuş bayağı cümleler edilemedi. Arenadaki rakibimi yenmiş, kafasını koparıp kelleyi seyircilere attırıvermiştim. Ortalık kan gölü. Ardımda bir sürü ceset çıktım o arenadan. Herkesi ardımda bırakıp kendi gerçek dünyama tek başıma yol aldım. Ve teşekkür ettim. Yaradan’a. Bana inandığı için.
Sen Martin Eden oku, bu olanları hatırlama. İmkânı var mı! Bendeki azmi gördüm, (Martin o ne biçim azimdir. Azimle işeyen duvarı deler dedikleri azim işte bu.) Kendi sınıfı dışından bir kadına âşık olan Martin ona layık olmak için radikal bir değişime karar verir. Kendini sıfırdan geliştirir, mesleğini bırakır, kütüphaneden çıkmaz. Yeteneğini fark eder ve yazar. Yazılarını çeşitli dergilere, gazetelere gönderir. Hiçbiri kabul görmez. Parası suyunu çekmiş ve sefalet günleri başlamıştır. Önemsemez. Ne de olsa başaracak, sevdiği kadını gönlünce yaşatacaktır. Kendine güvenir fakat kendine güvenen yine tek kendisidir. Gıptayla baktığı olmak istediği o üst sınıfı çoktan aşmış bunu kendisi bile fark edememiştir. Kendi sınıfının yüzeyselliği, üst sınıf insanların sığlığı kendini arafta bırakmış sıkışıp kalmıştır.
Küçümsenişlerini, açlığını, yalnızlığını kalbimde hissettim. Ve o güzel kalbini, naif ruhunu… Ve Martin’in sonu tam da böyle olmalıydı. Aksi olmuş olsaydı inandırıcılığı kalmayacak yavan bir hikâye olarak kalacaktı. (bence) Şimdiye kadar okumamakla haksızlık etmişim: Yazara, Martin Eden’e ve kendime. Okumayan varsa şiddetle tavsiyemdir.
Okumak güçtür.