YAZARLAR SÖYLEŞİYOR
"İçimdeki Yangın, sanatsal kaygılarla yazdığım, derinliği ve ağırlığı olduğuna inandığım bir metin."

Mehmet Bahçeci, Sapiens Yayınları etiketiyle yayımlanan ve editörlüğünü Şaziye Aydın’nın üstlendiği ilk romanı İçimdeki Yangın’da bizleri dünyayı kitaplarla tanıyan genç bir adamın gerçek hayatı ve aşkı keşfetme serüvenine masalsı bir dil eşliğinde davet ediyor.
Yetiştirme yurdunda büyümüş bir gencin, kendi yokluklarını inkâr ederek olanca idealistliği ile hayata atılmasıyla başlayan roman, üç ana bölümden oluşuyor.
Her bölüm kendi içinde dinamiklere sahip. İlk bölüm bizi romana hazırlıyor, karakterle tanıştırıyor. İkincisi kendine ulaşmak adına çıktığı uzun ve yorucu yolculukta vardığı köyde yaşadıklarıyla damaklarda fantastik bir tat bırakıyor. Üçüncüsü ise bizi gizemli bir köşkte huysuz bir ihtiyarın hayatına dokunurken kahramanın keşkeleriyle, geç kalmışlıklarıyla yüzleştiriyor. Akıştaki sürprizler ise merakınızı korumanıza yardım ediyor. Gerçeklik kıyılarından biraz uzaklaşarak hayal gücünün sınırlarının bir kısmını bize gösteren Bahçeci ile daha öncekilerden farklı bir röportaj yapmayı diledim. Umarım tüm okuyucuların keyif alacağı nitelikte olur.
Söyleşi: Ümit Yaban
Sayın Bahçeci ilk kitabınızı kutlarım. Sayfa sayısı ilk kitaba göre çok fazla görünse de son derece akıcı, tutkulu ve duygu geçişi net olan bir kitap olmuş, kaleminiz daim olsun. İlk olarak merak ettiğim, bu yolculuk nasıl başladı? Romanın konusunda size ilham veren kim ya da ne oldu?
Güzel sözleriniz ve yetkin okumanız için asıl ben teşekkür ederim. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımdan bu yana iyi bir okur sayabilirim kendimi. Fakat 2018’e girdiğimiz yılbaşı gecesi okurluk açısından hayatımın dönüm noktası oldu. O gece, benden kat kat büyük bir edebiyat aşığı olan annemin (emekli öğretmendir kendisi) kitaplarla dolu vitrinine bakarken, bu yıl, bütün bir yıl boyunca kitap okuyacağım, başka hiçbir meşgaleye vakit ayırmadan sadece ve sadece kitap okuyacağım, dedim. Normalde birkaç ayda birkaç kitap bitiriyorken, niteliğine ve hacmine göre haftada iki, üç, hatta bazen dört, beş kitabı devirmeye başladım. Öteden beri aşığı olduğum okuma aktivitesini adeta kendi içimde yeniden keşfetmiştim. Çok daha bilinçli, çok daha fazla zevk alarak okuyordum artık. Okuduklarım üzerine iddiasız biçimde inceleme yazıları yazıp kendi sosyal medya hesaplarımda paylaşmaya da başlamıştım. Yaklaşık iki yıl aynı yoğun okuma tempomu hiç aksatmadan devam ettirdikten sonra, bir akşam kendimi bilgisayarda boş bir Word dosyası açmış, bir şeyler yazmaya çalışırken buldum. Tıpkı bir anda geliveren, “başka hiçbir meşgaleye vakit ayırmadan sadece kitap okuyacağım,” dürtümde olduğu gibi yazma dürtüm de plansız programsız, bir anda gelişivermişti. Artık hem okuyor hem de yazmaya çabalıyordum. Başarısızlıkla sonuçlanan ilk teşebbüsümün ardından, ki kırk sayfadan fazla yazmıştım, ümidimin kırılması şöyle dursun, derli toplu bir roman yazabileceğime olan inancım daha da kuvvetlenmişti. Ve o motivasyonla hiç ara vermeden İçimdeki Yangın’ı yazmaya odaklandım. Teferruatsız bir taslakla yazacaklarımın ana hatlarını belirledim. Ve biraz taslağa sadık kalarak, ama daha çok kervanı yolda düzerek ördüm ilk romanımı. Bir buçuk yıl süren yazım sürecinin sonunda ciddi manada heyecanlandığım bir çalışma çıkmıştı ortaya. Sonrasında on beş ayı bulan yayınevi arama süreci başladı. Bu süreci farklı türlerde okumalar yapma ve Novelius Edebiyat’ta, edebiyat üzerine uğraşılar vererek değerlendirdim... Özetle, yazın yolculuğum tümüyle spontane başlamış, aşk ve inatla devam etmişti. İçimdeki Yangın, yaşadıklarım ve yaşayamadıklarımın abartılmış ve çarpıtılmış bir kurgusundan ibarettir. Hayatıma değen pek çok kişiden ilham aldım diyebilirim.
_edited.jpg)
Günlük yazma rutininiz var mıydı? Malum yaşam büyük bir koşuşturma, bu koşturma arasında yazmaya günlük ne kadar zaman ayırabiliyordunuz?
Yazmayı, geniş bir perspektiften ele alıyorum. Biri bildiğimiz anlamda yazmak, yani yazma eyleminin bizzat kendisidir. Diğeri de gündelik eylemleri sürdürürken, örneğin: gece yatarken, yolda yürürken, bir müzik parçasını dinlerken... Bambaşka iş ve eylemlerle meşgulken yani, zihnimizin konu ve kurguyu örmeye, üretmeye devam etmesidir. Bu da bence yazmak faaliyetinin bir çeşididir. Çalışma hayatından fırsat bulduğum her ânım ya yazarak ya da yazacaklarım üzerine düşler kurarak geçer. Aktif ya da pasif sürekli yazar hâlde olduğumu söyleyebilirim. Kelime sayısı, sayfa sayısı, saat tutma gibi kriterlerim yoktur. Bazen bir gün içinde üç yüz kelime yazarak tatmin olurum, bazen üç bin kelimeyi yeterli görmem. Muhtemelen beğenmemişimdir yazdıklarımı.
Bu kadar uzun soluklu bir romanda yazar tıkanıklığı yaşadığınız süreç ya da süreçler oldu mu? Olduysa nasıl baş ettiniz?
Edebiyat tarihine baktığımızda, üst düzey yapıtlar vermelerine karşın onlarca yıl, bazen bir ömür suskunluğa düçar olan yazarlarla karşılaşırız. Tek kelime dahi yazamayıp depresyona girmişlerdir. Bir de daha sık karşılaşılan, her yazarın zaman zaman yaşayageldiği tıkanıklık durumları vardır. Ben bu ikinci durumu deneyimledim. Zihninizde olağanüstü çağrışımlar yaratan, sizi çılgına çeviren bir olay, iş o olayı yazmaya geldiği vakit, yazdığınız metin pek de öyle etkileyici görünmeyebilir. Bu da bir tür yazamama hâli, yazar tıkanıklığı durumudur. Bir yazar için cümlelerinin akmaması, yazdıklarını kendi kendisine beğendirememesi kadar sıkıntılı bir şey yoktur. Böyle bir durum başıma geldiğinde yazdıklarımdan uzaklaşmaya çalışırım ve genelde beceremem bunu. Çünkü ne yaparsam yapayım metin hep aklımdadır. Bu nedenle farklı arayışlara girerim. Mesela beğendiğim kısımları tekrar tekrar okuyarak kendi içimde güven tazelerim. Bir başka yöntemim de daha kolay kalem oynatabileceğim yerlere odaklanmaktır. Buralarda iyi işler çıkararak moral motivasyonumu yükseltmeye çalışırım ve o enerjiyle, farklı bir gözle, tıkandığım bölümün üzerine giderim. Uzun yürüyüşler, müzik ve sinema gibi farklı sanatsal disiplinlerle vakit geçirmenin de faydasını görmüşümdür.

Karakteriniz ile tanışıyor musunuz? Sosyal çevrenizde bu karaktere yakın biri var mı? Ya da sizin bir parçanız mı?
İçimdeki Yangın’ın isimiz kahramanında yazarından da sokaktaki insandan da izler var tabii. Yer yer tuhaf, uyumsuz ve absürt karakteristik özellikler gösteriyor. Tuhaf biri o. Hem kolay hem de zor biri. Aslında son derece evrensel bir figür olduğunu da düşünmüşümdür onun. Herkes onda kendinden bir parçayı kolaylıkla görebilir. Ne melektir ne şeytan. Onu ya çok seversiniz ya da temelli uzaksınızdır. Nötr kalınacak biri değildir sanki.
Yazmak sizce hastalıklı bir durum mu yoksa terapötik bir yolculuk mu?
Ruha iyi gelen her şey bir tür terapidir. İyi hissettiriyor diye yazmayız ama yazmak iyi hissettirir. Sâdık Hidayet’in Kör Baykuş isimli ikonik eserinin açılış cümlesini hatırlayalım: “Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.” Hayatın acıklı yönüne, dile getiremediğimiz yönüne vurgu yapmış büyük yazar. Yaralar belki kapanmaz ama yazarken o yaraları farklı formlara sokabilir, değişik kurgu oyunları deneyebilir ve her halükârda bir rahatlama, bir avunma yaşayabiliriz. Aynı empatiyi okurlar da kurabilirler. Kurgu, yarı kurgu ya da tümüyle gerçek bir olayı, bir öykü ya da romanda okuduklarında, o eserdeki olayla ve kahramanla empati kurarak, belki o güne kadar sümen altı ettikleri bir olguyla, bir gerçekle yüzleşerek, onu fark ederek rahatlama yaşayabilirler, o hususta tek bahtı kara kendilerinin olmadığı hissiyatıyla avunabilirler. Ben işin yazmak ve okumak tarafında vakit geçirmiş biri olarak bu söylediklerimi çokça deneyimledim. Yazmak hastalıklı bir durum olamaz. Yazan kişi hastalıklıdır. Bir şey kontrolünüzden çıkmışsa, siz onu değil o sizi yönetmeye başlamışsa, o şeyin esiri hâline gelmişsinizdir ve hastalıklı durum da başlamıştır. Sanat için değil, ego tatmini, şöhret ya da başkaca bir maskaralık için yazıyorsunuzdur. En büyük ödülleri en büyük övgüleri ve kırmızı halıları düşlüyorsunuzdur hep. Gerçek hastalık budur. Hem de etrafa bayağı kötü kokular yayan bir hastalıktır.
Bize en başında nasıl başladığınızı ve kitabın basımına kadar geçen süreçlerden kısaca bahseder misiniz?
Kısa dönem askerliğini masa başında yapmış biri olarak, askerlik günlerim de dahil olmak üzere hayatımın önemli bir bölümünde günlük tuttum. Kimi dostlarımla seri mektuplaşmalarım oldu. Öyle ya da böyle bir şekilde kalem hep elimdeydi. Yazarlık, çocukluk çağımdan beri benim için saygı duyulası ve ulaşılmaz bir zirve noktasını işaret etmekteydi. On, on bir yaşlarımdayken, Çocuk Klasikleri ve çocuk masalların yanı sıra Varlık Yayınları’nın 60’lı, 70’li yıllarda yayımladığı “Büyük Yazarlar” biyografi kitabını hatmederdim. Anatole France, Victor Hugo, Emile Zola, Dostoyevski, Tolstoy, Mark Twain, Jack London… Ve daha nicelerinin üçer beşer sayfalık hayat hikâyeleri yer alırdı Varlık’ın bu kitaplarında. Çoğu biyografi ya yabancı makalelerden Türkçeye çevrilirdi ya da bizzat Tahsin Yücel tarafından yazılmış olurdu. Bir de her yazar karakalem çalışmasıyla okuyucuya resmedilirdi bu kitapta. Hatırlıyorum da o kitabı hiç bıkmadan saatlerce okurdum. Ve o yaştaki bir çocuğun o kitapta ilgisini çekebilecek tek şey olan karakalem portrelere de uzun uzun bakardım. Yazın yolculuğumla ilgili illa bir başlangıç noktası arayacaksam, Varlık’ın Meşhur Yazarlar serisini söyleyebilirim. Gelelim günümüze. İlk sorunuza verdiğim uzun yanıtıma ilave olarak şunları eklemek isterim: bir roman yazacağım edasıyla masanın başına oturmam tamamen spontane şekilde gelişmişti ve hiçbir planlama yapmamıştım. Yazdıkça, kendimi yazmak hususunda geliştirdiğimi gözlemledim ve bu durumdan aldığım keyifle de kalemi elimden bırakmadım. Bir buçuk yılın sonunda İçimdeki Yangın’ın finalini yazmayı başarmış, yayınevi arayışına başlamıştım. Ve yeterli sayıda olumsuz yanıtın ardından Sapiens Yayınları metnimi yayımlamak istedi. Sonra, Ankara’da Sapiens Yayınları’nı ziyaret edip Yayın Hakları Sözleşmesini imzaladım. Mail üzerinden yayınevinin editörlük çalışmaları başladı ilerleyen aylarda ve ortaya metnin uzman denetiminden geçirilmiş son ve en güncel hâli çıktı. Düşünüyorum da bir roman yazmanın ve geleneksel yöntemlerle yayımlatmanın zorluğunu hiç hesaplamadan yola çıkmışım.
Başlarken ve yazma süresince yol gösterici bir atölye ya da editörle çalıştınız mı? Tek başına altından kalkılabilecek bir yol mu? Yeni başlayanlar yalnız baş edebilirler mi tüm süreçlerle?
Siddhartha’da, “Bilgi bir başkasına aktarılabilir, bilgelikse hayır,” der Hermann Hesse. Atölyeler, yazma heveslilerine birtakım temel bilgiler verebilirler ancak. Öğreticiniz yeterince donanımlı ve özveriliyse, temel bilgilerin daha fazlasını da alabilirsiniz. Ama iyi bir eser yazmak için bilgiden ziyade bilgeliğe ihtiyaç duyarız ve bunu da herkes kendi yaşamından kazıya kazıya, zaman içerisinde edinmek zorundadır. Atölyelerin, yazar danışmanlarının, isimli ya da isimsiz editör, yayıncı vb... kişilerin (bilgelik anlamında) bana verebilecekleri hiçbir şeyleri olmadığını bildiğimden, kendi kendimi yaratmayı seçtim. Onların bana vereceği bilgiye ya sahiptim ya da kendim de ulaşabilirdim. Yola çıkarken böyle düşündüm. Geldiğim noktada doğru karar verdiğimi ve kendime doğru bir yol çizdiğime inanıyorum. Buradan bir genelleme yapmak da istemem. Bana deva olan reçete size zehir gelebilir. Amerika’da falan çoğu önemli yazar, atölyelerden ya da üniversitelerin yazarlık kulüplerinden geçmiştir. Biz de böyle bir durum hiç olmamıştır. Diğer yandan, atölyelerde emek veren insanların emeğini küçümseyen, değersizleştiren yaklaşımları da hoş karşılamıyorum. Böyle bir tutum içinde olmayacağım. Mutlaka onların eleğinden geçmeye ihtiyaç duyanlar da vardır. O hâlde bu atölyeler var olmalı ve geliştirilmeli.
Yazarken ya da bittikten sonra bir film olarak hiç hayal ettiniz mi kitabınızı? Film olsa başrol, Muhtar ve Novelius Anne karakterlerini kimin canlandırmasını dilerdiniz?
İçimdeki Yangın, sanatsal kaygılarla yazdığım, derinliği ve ağırlığı olduğuna inandığım bir metin. Sinema ise halkın “genel geçer zevklerine” çoğunlukla bayağı zevklerine hitap ediyor. Sanattan ve derinlikten ziyade ekonomik parametrelerin hüküm sürdüğü bu endüstriyel dünyada çalışmama yüz verilirse buna en çok ben şaşırırım… Yine de insan hayal kurmuyor değil tabii, onca emek verdiğiniz kıymetlinizin üzerine Yeşilçam’ın, Hollywood’un parlak neon ışıklarının vurduğunu falan... Muhtar’ı, hayatta olsalar, Clark Gable ya da Sadri Alışık oynasın isterdim. Novelius benim için çok özel bir karakterdir ama onu hiç düşünmedim bu bahiste. Fakat madem sordunuz, Meryl Streep’e yazalım bu rolü de. Romanın isimsiz erkek kahramanı olarak Adrien Brody, Aamir Khan ve Cem Yılmaz’ı doğru isimler olarak düşünmüşümdür.
“İçimdeki Yangın” çocuğunuz olsa onu nasıl tanımlardınız?
İçimdeki Yangın çocuğum olsaydı onu tanımlamaktan ziyade öğüt verirdim. Gez, gül, oyna, hayatın tadını çıkar, canın ne istiyorsa onu yap derdim.
Ben sizinle söyleşirken cesaretinizin okuyanlara da bulaşmasını diledim. Sorularımla okuyanların hem sizi daha iyi tanımasını hem de kendi yazma yolculuklarında kafalarında oluşan soru işaretlerine bu yoldan geçmiş birinden cevap bulmalarını umuyorum. İkinci kitabınızı heves ile bekliyorum. Teşekkürler.
Zarafet ve inceliğiniz için teşekkür ederim. Büyük keyif aldım.