Gözde ÖZCAN
21.11.2020
KÜLAH

Gün ışığının yüzüme vurmasıyla gece zorla kapanan gözlerim kamaşarak aralandı. Gece uyumak için debelenip durduğum yataktan yorgun bir beden olarak güçlükle kalktım. Çişimin geldiğini hissetmesem kalkacağım da yoktu aslında. Tuvaletten dönünce, bedenimin yataktan ayrılmasıyla soğuyan yatağıma geri giresim gelmedi. En iyisi acıkan karnımı zorunlu olarak doyurmaktı. Yanlışlıkla olmadığı sürece pek çalanın olmadığı kapımı açtım. Apartman görevlisinin her sabah kapıma bıraktığı, içinde bir ekmek ve gazetenin olduğu poşeti aldım. Ardından su ısıtıcıya koydum suyu, zeytinle peyniri buzdolabından çıkardım. Bardağıma doldurduğum sıcak su ve koyduğum sallama çayla, bir dilim peynir ve birkaç zeytinin ekmeğime eşlik ettiği tabağımı hazırladım.
Salonda kurulduğum masada kahvaltımı yaparken gazeteyi aldım elime. İlk sayfanın tam ortasına kocaman puntolarla yazılmış, koca koca fotoğraflarla bezenmiş haberlerden başladım okumaya. Siyasetçilerin birbirlerine kızarken çekilmiş foto-haberlerinin altında her ülkenin başka bir ülkeyi topa tuttuğu dış haberler, onun altında da isimlerini bile duymadığım bol makyajlı bir oyuncuyla şarkıcının birbirine saygısız sözlerle atıp tuttuğu haberi yer alıyordu. Dünya nereye gidiyordu, bunlar neyin derdindeydi? Lüzumsuz haberlerle doluydu gazete, peh! Acaba dünyanın başka yerlerinde bambaşka gazetelerde olayları doğru dürüst ortaya koyan birileri var mıydı, diye düşünmekten kendimi alamadım.
Her konuda fikri olan, her şeyin uzmanı olduğunu düşünen ve geçmişte yazdıklarını unutup nabza göre şerbet veren köşe yazarlarını da okuyup bitirdikten sonra üçüncü sayfa haberlerine döndüm. Her gün görüp duya duya alıştırıldığımız kadın cinayeti haberlerinde yer alan, öldürülen kadın fotoğraflarının arasında gözüm bambaşka bir fotoğrafa kaydı. Bir ülkede yaşanan terör olayında ölen kişi sayısının, cansız bir varlıkmışçasına, adet olarak verildiği haberin dehşet saçan o siyah beyaz fotoğrafına... İnsanların bir kısmının yerde yattığı, bir kısmının kaçıştığı, tozun dumana karıştığı, sadece bir anı gösterip çok şey anlatan bir fotoğraftı. O fotoğrafta mide bulantısının eşlik ettiği bir dejavu yaşarcasına gözümde canlandı geçmişin izi.

Hafızama yenik düşmeyen izlerdi bunlar. Yaklaşık atmış yıl öncesine götürdü beni. Sekiz ya da dokuz yaşımda olmalıyım. Evdekilerin devamlı korku içinde olduğu, benimse korku nedir bilmediğim bir dönemdi. Annemden dışarı çıkmak için yalvar yakar izin alabilmiştim. Sokağa çıkar çıkmaz iki katlı müstakil evlerin yan yana dizildiği sokağımızda köşede oturan, en yakın arkadaşım Külah’ı, daha doğrusu Haluk’u, çağırmıştım. O dönemde isimleri tersten söylemeye bayılıyor, kendisi sinir olsa da Haluk’a Külah diyordum.
O da izni koparmış, dışarı çıkmıştı. Oturduğumuz sokakta önce cebimizdeki birkaç misketle, sonra yere düşen ağaç dallarıyla toprağa resimler çizmece ve aklımıza daha ne gelirse beraber oynamaya dalmıştık. Farkında olmadan evlerimizden uzaklaşmış, sokağın dışına çıkmıştık. Yıkık dökük binaların arasında yürüyen insan kalabalığının içinde buluvermiştik kendimizi.
Merakımızdan birkaç gün önce bizim nasıl ve neden olduğunu anlamadığımız bir patlamanın yaşandığı, dağılmış beton, kumaş ve ne olduğunu bilmediğimiz cisimlerin parçalarının yere serildiği, insanlarınsa daha çok buranın biraz uzağından korku ve endişeli bir yüz ifadesiyle geçtiği o alana gitmiştik. Külah’la ben hiçbir şeyin tedirginliğini ve korkusunu yaşamadan yerde gördüğümüz, küçük taşları, sert cisimleri toplayıp boş alanda uzağa fırlatarak oyun oynadığımızı sanıyorduk. Yalnızca hangimizin daha uzağa fırlatabileceğinin derdine düşmüştük.
Birbirimize bağırışlarımızın, kahkahalarımızın, biraz uzağında bulunduğumuz insan kalabalığının sesine birden gök gürültüsünün bilmem kaç katı büyüklüğünde bir ses karışmıştı. Bir şiddet beni savurmuş ve tüm bedenimle yere kapaklanmıştım. Gözlerimi açtığımda toz dumandan göz gözü görmüyor, kulağım hiçbir şeyi duymuyordu. Sonra gözümü tekrar açtığımda yerde değil evimde, yatağımda yatıyordum. Yanımda değildi Külah. Başımda toplanmıştı annem, babam, ablam, küçük kardeşim. Endişeli gözlerle, seslerini hiç çıkarmadan hepsi bana bakıyordu.

Günler geçti kendime gelemedim, ağzımı açıp tek kelime edemedim. Soramadım Külah’ı nerede, ne yapıyor, neden yanıma gelmiyor diye. Haftalar sonra kendime gelip konuşabildiğimde öğrendim, oyunumuza son veren o patlamada Külah’ın beni bırakıp bu dünyadan göçüp gittiğini. Hem Külahsız kalmanın hem de Külah’ı dışarı çağırmamdan duyduğum suçluluğun geçmek bilmeyen ıstırabı oluşmuştu çocuk yüreğimde.
Dalıp giden gözlerimden buruşmuş yüzüme akan yaşları sildim elimin tersiyle. Geçmişin bitmeyen ıstırabını hissetim yeniden. Gazeteyi bir köşeye fırlattım. Nereden okudum şu gazeteyi, diye geçirdim içimden. Değişen her duruma, her habere alışıyordu yüreğim; ama yıllardır bitmeyen nerede, ne zaman olursa olsun değişmeyen bu olaylara alışamıyordu. Kalktım masadan, camın kenarına gittim. Soğuk havanın etkisiyle biraz sakinleşmek için camı açtım. Uzun uzun içime çektim temiz havayı. Ama olmadı sakinleşemedim. Bağırarak sövüp saydım yıllar geçse de, zaman değişse de değişmeyen şu dünyaya, lanet insanlığa.