
“Hapsoldukları yerde gözlerini kapıya dikmiş son bir umutla birilerinin gelmesini bekliyorlardı. Istırap yüklü ruhlarının tek kurtuluşu buydu. Hayatlarının o en uzun gecesinde hikâyelerini anlatmayı seçtiler. Çünkü insan ölünce bedeni çürür, geriye yalnız hikâyesi kalır ve bütün hikâyeler gece anlatılır.”
Tarık Tufan

Annelerinin ölümünün ardından son kez bir araya gelen kardeşlerin talihsiz alınyazılarının hikâyesi...
Kaybolan, Kraliçenin Pireleri, Geç Kalan, Aşıklara Yer Yok adlı kitaplarıyla kişisel mücadelelerde ve içsel yolcuklarda yol arkadaşı olan Tarık Tufan’nın Gece Açan Çiçekler adlı yeni romanı okurlarıyla buluştu.
romanoku.org adresinde Çağdaş Türk edebiyatının nabzını tutmaya çalıştığımız "Kübra Öznur Çelik ile Edebiyat Saati" adlı söyleşiler dizimize büyük bir keyifle okuduğum Gece Açan Çiçekler romanı ile devam ediyor ve kıymetli yazarımıza bizimle olduğu için teşekkür ediyorum. Haydi başlayalım.

Söyleşi: Kübra Öznur Çelik
Zeliha, Cihangir, Nihal ve Halide. Bu dört kardeş, sırların duvarlarında asılı olduğu Canfeda Konağı, namıdiğer Uğursuz Konakta yeniden bir araya geliyorlar. Kilitli oda, aile günahları ve karanlık sırlarla yüzleşme gecesi dendiğinde bu ahşap konakta olanları izler gibi okuyoruz. Beyaz perdeye uyarlanma gibi bir proje bizi bekliyor olabilir mi? O konağın camından bakan bir Halide silüeti görmekten kendimi alıkoyamıyorum.

Konağın penceresinden hüzünle, kederle bakan Halide aslında bu romanın en belirgin sahnelerinden biri. Romanı yazarken başta Canfeda Konağı olmak üzere bütün mekanların yaşayan, insanların hayalinde canlanmasına gayret ettim. Bu yönüyle sinemanın anlatısına oldukça uygun bir roman. Yazdığım senaryolar nedeniyle romanlarımda o sinematografik hava ortaya çıkıyor diye düşünüyorum. Canfeda Konağı’nın her odası, insan ruhunun epeydir açılmayı bekleyen karanlık çekmecelerinden birine benziyor. Halide, o çekmecelerden birinin önünde bekleyen, açmaya cesaret edemediğimiz yanımızdır. Halide’nin hikayesinden etkilenen bir yönetmen arkadaşımla uzun uzadıya konuştuk aslında. Ancak henüz bir film sürecinde değiliz. Belki ileride olur.
Sizce de her evin bir Halide’si yok mudur?
Evet, hiç kuşku yok ki her evin bir Halide’si vardır. Evin suçlarını yüklenen, ailenin sırlarını saklayan, kimi zaman günah keçisi kimi zaman da kurban olarak seçilen bir genç kadını anlattım bu romanda. Bazı aileler bu kurbanı ortak bir kararla sanki sözleşmiş gibi seçer, bazı kadınlar da ailenin içinde bütün suçu yüklenmek için adeta kurban olmaya razı gelmiştir. Her iki durumda da suskunlukla geçiştirilen bir günah keçisi, seçilmiş bir kurban vardır ailenin içinde.
Geçmiş hatıralarla yüzleştirdiğiniz karakterleri tanıyan okurlarınızın da kendi geçmişleriyle hesaplaşmasını hedeflediniz mi? Okur aynı zamanda kendini de sorguladığında hikayeniz daha kalıcı bir hale dönüşür mü? Ve yazarlar her zaman geçmişe gereksinim duyar mı?
Yazmak, bazen yazarın kendisini gizli bir itirafın eşiğinde bulmasıdır. Romancı bu farkındalık anında vazgeçebilir yahut mahremiyetini saklama çabasıyla itiraflarına devam eder. Başka karakterlerin ağzından yapar bunu. Karakterlerim geçmişleriyle yüzleşirken, okurun kendi hikâyesine dönüp bakmasına yardım edebilirler. Çünkü insan, başkasının hikâyesinde kendi kırık aynasını, saklı geçmişini, kilitli çekmecelerini, kuytularda gizlenmiş günlüklerini görür. O an, roman artık yalnızca romancıya ait olmaktan çıkar, okurun hafızasına, kalbine yerleşir. Romancı için geçmiş, susmayan, kilitlenmesi olanaksız bir odadır; oradan ne kadar uzaklaşsanız da kapı aralığından sızan ses sizi geri çağırır. Kayıtsız kalamayacağınız bir ses. Hatıraların sesi. Romancının geçmişiyle giriştiği bu sessiz kavgaya şahit olan okur da kendi geçmişindeki o seslere kulak vermeye başlar.
“Annem bana baktığında babamı değil, küçük kızını görsün istedim. Bu kadar basit bir arzuydu. Beni sevsin istedim.”
Beni en çok etkileyen cümlelerden bir tanesi de buydu. Romanda sevgisizlik teması oldukça yoğun işleniyor. Bu konuyu bu şekilde ele almanız için sizi tetikleyen bir şey oldu mu?
Sevgi, yaşadığımız çağda insanların birbirinden en çok esirgediği duygu. İnsanın kalbi alabildiğince sevgiye açıkken, birbirlerinden bunu esirgemeleri, büyük bir cimrilik. Sınırsız sevgiyi taşıyabilecek bir mucize olan insan kalbi bu çağda bomboş kaldı. Hepimiz birbirimizden ekmek kırıntısı kadar minik sevgi parçalarını bile sakınıyoruz. Sevgisiz bir çağı yaşamanın zorlukları sırtımızı kamburlaştırıyor, belimizi büküyor. Haz, bencillik, çıkar güdüsü her şeyi hızla tüketmeye sebep olurken, sevginin derin ve kalıcı değerini kaybettik. Şimdi insanlar saf, gerçek, yalın sevginin ne olduğunu bile hatırlayamayacak hale geldi. Ben de Gece Açan Çiçekler romanımda sevgisizliğin en yakıcı hallerini anlattım. Özellikle, anne-kız, kardeşler, sevgililer (sevgisiz sevgililik ne tuhaf!” arasındaki kırılmaları, duygu boşluklarını romanın ana temalarından biri olarak seçtim.
Sırların hiçbiri açığa çıkmadan Canfeda Konağı satılmış olsaydı, bu sırları ortaya çıkarmanın farklı bir kurgusunu da oluşturabilir miydiniz ya da aklınızda daha başka bir gidişat da var mıydı?

Bir mekânın satılması, el değiştirmesi, mekânsal dönüşümü, orada birikmiş hafızanın, hatıraların yeni mekân tasarımı içinde toprağın, taşın içine gömülmesi ihtimalini ortaya çıkarabilir. Ama gerçekten bu sırların sonsuzluğa hapsedilmesi mümkün müdür? Romandaki Canfeda Konağı satılsaydı, sırlar belki başka bir çatının altında uyanırdı. Ama muhakkak bir şekilde uyanırdı. Belki bir tesadüf yahut tesadüfen çıkagelen bir tanığın dilinde. Çünkü sır dediğimiz şey, salt mekâna ait değil, insanların da hafızasında taşınan, zamanda ve mekânda dolanan bir şeydir. Konağın sahiplerini değiştirseydim, hikâye yeni duvarların gölgesinde yine kendini ele verirdi. O duvarlara sinen hikâyeler birinin gelip onları çıkarmasını bekler.
“Bu dünyada aşıklara yer yok, dilerim gittiğiniz yerde buluşursunuz” diyerek bir önceki romanınıza da atıfta bulunuyorsunuz. İki roman arasında okurun görmediği fakat sizin bildiğiniz bir bağ var mı?
Romanlarım, birbirinden uzak adalar değil, aynı denizin maviliğine bakan farklı kıyılarıdır. O cümle, “Âşıklara Yer Yok” romanına bir göndermeden ibaret değil, aynı zamanda önceki hikâyelerin bugüne ulaşan sessiz bir yankısıdır. Önceki romanlarımdan kalan sesler, zamanın kırıklarından sızıp bugüne geliyor. Yazdığım bütün romanlar aynı evrenden ruhuma yansıyan hikâyelerin, farklı karakterler üzerinden anlatılmasıdır. Karakterler farklı olsa da, içlerinde taşıdıkları yalnızlık, umutsuzluk, yarım kalmışlık, huzursuzluk, yeniden sevebilme ihtimali,şehrin içindeki arayışlar gibi duygular hepsini aynı kaderin ipliğiyle bağlıyor. Dikkatli okurlar o bağı hemen fark ediyorlar. Romanların kahramanlarının başka bir dünyada birbiriyle tanıştıklarını sezgisel olarak biliyorlar.
Romanda ilginç bir anlatıcı tercihi yaptınız. Gece Açan Çiçekler ’in yeri diğer romanlarına kıyasla Tarık Tufan’a göre nerededir?
Gece Açan Çiçekler romanımın iki anlatıcısı var: Halide ve Derviş Ali. aralarında yüz yılı aşan bir mesafe var. Romanda bir süre sonra zaman mefhumu kırılıyor, dairesel bir döngüyle bükülüyor. Geriye akan nehirler gibi. Şimdinin içinde geçmişin izleri belirginleşiyor. Bir süre sonra mekânın içindeki zaman yokluğa savruluyor. Geriye sadece insan, insanın karanlık yanları, hatıraların soğuk duvarları, hayal kırıklıklarının kördüğümleri kalıyor.
Sorularımıza verdiğiniz samimi cevaplarınız için teşekkür ediyor ve yeni kitaplarınızı sabırsızlıkla bekliyoruz. Daha anlamlı, daha bilinçli bir dünyada yeniden buluşmak dileğiyle…

Tarık Tufan,
Gece Açan Çiçekler,
312 Sayfa
Doğan Kitap, 2025
Söyleşi: Kübra Öznur Çelik, 18.08.2025
