Zehra SADIKER
25.10.2022
Yeşil El Arabası
Kahve fincanını kulpundan tutmayı sevmezdi, ağız kısmından tutup balkona taşıdı. Nisan ayı, güneş yalayıp geçti tenini. Bacaklarını toplayıp derisi yer yer yırtılmış sandalyesine büzüldü. Ferit’in ayrılığa ne zaman karar verdiğini düşünüp durmaktan başını taşıyamaz hâldeydi. Fark etmişti, hissetmişti ama Ferit’e uzaklığını her soruşunda ikna edilmişti bir şekilde sevildiğine. Rehberini kontrol etti. Daha kaç kez yalnızlığa dayanamayıp arayacaktı bu kendi hâlinde, kendi derdinde insanları. Babasını düşündü. Büyüdüğü evi, pazar yerinin ortasındaydı ev. Babası kurbağa yeşili el arabasına oturtup meyve tezgahlarına sürerdi arabayı doğruca. ”Seç kızım ne istersen.” Hangi meyveyi seçerdi, ne isterdi hiç hatırında kalmamıştı. Hatırında kalan tek şey yalnızca kızını mutlu etmeye çalışan o ışıl ışıl gözlerdi. Eve döndüklerinde onları neyin beklediğini bilerek girmişlerdi kapıdan.
-Ne gerek vardı bunların hepsini almanıza; biraz elma, portakal yeterdi.
-Ama muz var anne, çok güzel.
-Çenen çekilsin! Okul çantanı al kapının önünden, fırlatıp atmışsın yine domuz. Seninle mi uğraşacağım ben!
Annesini de düşündü ama güzel birkaç anı bulabilmek için zihnini zorladığını fark edince hızla kalktı, elbise dolabını açtı. Eline geçen ilk elbiseyi geçirdi üzerine. Kendini sokağa atmasa karabasan gibi ruhuna çöreklenecekti umutsuzluğu. Bahar geç gelirdi bu şehre. Her şeye gecikmişti yaşadığı kent. Öyle ki insanı severek yaptığı ne varsa; bir mahalle kitapçısına gidip kahvesini yudumlayarak oturmaktan, keyfince dans etmekten, ilk çıkan filmi izlemek için sinemaya gitmekten alıkoyuyordu. Kırmızı Ford arabasına bindi. Kendisiyle aynı yaştaydı bu ihtiyar. Kontağı çevirirken burnuna ağustos sıcağının keskin kokusu geldi. Hem nemli hem kurak hem delicesine sıcak ağustos akşamlarında öğretmişti araba kullanmayı Ferit. O keskin kokuyu içine çekti. Jim Carry’nin Sil Baştan filmindeki replik aklına geldi: ’’Biriyle bu kadar zaman harcayıp da onun tamamen bir yabancı olduğunu görmek ne büyük kayıp.’’
Günlerdir boğazından hiçbir şey geçmemişti. Arabayı doğruca parkın içindeki kahvaltı mekanına sürdü. Bahçenin sonundaki masayı gözüne kestirdi. Çabucak bir sandalye çekip oturdu. Masaya envai çeşit reçeller dizilirken, gözü çilek reçeline takılı kaldı. Uykulu gözlerle mavi önlüğünü üzerine geçirmişti. Annesi sabahları evde olmazdı. Birkaç dakika daha uyuyabilmek için geceden iki tane siyah külotlu çorabını üst üste giyip yatmıştı zaten. Tüy tüy olmuş çoraplarının sıcaklığıyla okulun yolunu tuttu. Gün aydınlanmamış annesi pamuk fabrikasından henüz dönmemişti. Annesinin bembeyaz pamuk ellerini geceleri harıl harıl işleyen çırçır fabrikasında seyretmişti bir gece. Canavar gibi görünmüştü koca dişli makineler gözüne. Beslenme çantasını kaptığı gibi dışarı çıktı. Ablası okula başladığında kavga kıyamet elinden zorla alınan beslenme çantası. Sarı renkli, üzerinde pembe, mavi dinozorlar vardı; kendi hayatında pek rastlamadığı neşeli yüzlerdi dinozorlarınki. Beslenme saati üçüncü dersti. Öğretmeni artık kahvaltı yapabileceklerini söyler söylemez içini bir huzursuzluk kapladı. Nöbetçi öğrenci sıra sıra gezer, yanında yiyecek getiren arkadaşına sınıf listesinden artı işareti koyardı. Sıra kendisine geldiğinde titrek ellerle çantasının fermuarını açtı. O günkü nöbetçi Halil, çantayı elleriyle araladığında üzerini karınca basmış reçelli ekmeği gördü. Hızla iğrenerek çekti ellerini. Küçük bir artı işareti koydu listedeki adının sonuna. Hıçkırığını zor tuttu Zeliha. Akşama yemekte yoğurtlu makarna vardı nasıl olsa.