GECEDEN GÜNE
Ankara’ya kar yağıyordu o gece. Hava öylesine keskin, öylesine sessizdi ki sanki şehir nefesini tutmuştu. Kar taneleri, sokak lambalarının sarı ışığında süzülüyor, gecenin örtüsüne düşüyordu usulca. Issız sokaklardan birinde, zayıf yapılı genç bir adam yürüyordu. Omuzları düşük, başı öne eğikti. Adımları yavaş ama kararlıydı; her adımda içindeki ağırlık biraz daha derinlere gömülüyordu.
Elinde ucuz, ince metal bir zincirle birleşmiş mavi tokalar vardı. Parlak rengi, karanlık fonun ortasında bir anı, bir bağ, bir sızı gibi duruyordu. Avuçlarına sıkıca bastırmıştı tokayı; sanki bir ısı, bir umut arar gibi… Belki de onu saçlarına takan ellerin sıcaklığını hatırlıyordu sadece. Boynuna kırmızı bir atkı dolamıştı. Karın üstüne düşen birkaç damla gibi kırmızısı çarpıyordu göze. Bere takmamıştı. Saçları dağınık, alnı soğuktan yanmış gibiydi.
Belki âşıktı, belki sadece çok derin bir bağlılıktı hissettiği. Ama bir zamanlar verdiği söz hâlâ içindeydi. Ne kadar yorgun olsa da dönmüyordu o sözden. Kendine verdiği bir yemini taşır gibi yürüyordu soğukta. Kar bir anlığına durdu. Genç, şaşırmış hâlde, ne olduğunu anlamaya çalışırken buldu kendini. Birden, soğuğuyla insanın içini yakan bir tipi başladı. Genç, atkısını gözlerinin altına kadar çekti. Sendeleyerek ve zorlukla tekrar yürümeye başladı. Ama yüreği… Yüreği bir kere hissetmişti o soğuğu. Duygularına kilit vurmaktan bıkmış, içindeki yangını bastıramaz olmuştu. Tek tesellisi, elinde tuttuğu tokaların sahibinin saçlarını rüzgârda özgürce savurmasıydı. “En azından o özgür,” diye fısıldadı. Sonra birden durdu. “Ya değilse?” dedi kendi kendine. “Ya yeniden bağladıysa saçlarını? Ya öldürdüyse içindeki çocuğu?” Başını iki yana salladı. “Yapmaz… Yapamaz! O da söz vermişti çünkü. Gözleri hep ışıldayacaktı. O karanlığa meydan okuyan gözler…”
Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluştu “Yürü ulan!” dedi kendine. “Bu ayaz bitecek nasılsa. Bu karanlık dağılacak! Yürü hem de eskisinden daha hızlı, daha inatla!”
Ve genç, rüzgâra karşı delicesine yürümeye başladı. İçindeki alev büyüdükçe, kar ve soğuk da daha hırçınlaştı. Sanki doğa onunla inatlaşıyordu. Tam o sırada öyle bir rüzgâr esti ki, gencin ayakları yerden kesildi, bir yaprak gibi savrulup yere düştü. Cılız bedeni, karla kaplı kaldırımla buluştuğunda dünyası bir anlığına sessizleşti. Orada öylece yattı. Gözlerini gökyüzüne dikti. Kar, yüzüne düşerken hatıralar akmaya başladı gözlerinden. Her düştüğünde bir el uzanırdı ona. Ya da bir kahkaha duyulurdu yakınında. Hayat, ona hep şakayla yaklaşırdı. Ama bu kez farklıydı. Bu kez hayat ciddi ve hiç olmadığı kadar acımasızdı.
Tokalar elinden kaydı, karın içinde kayboldu. Yalnızdı. Gerçekten yalnız. Bir dost eli aradı gözleri. “Kalk!” diyen bir ses… Fakat ses yoktu. Sadece uğuldayan soğuk rüzgar. Umut da yoktu. “Bu sefer bitti,” dedi içinden. “Bu sefer hayat gülmüyor.” Başının altında sıcacık bir sızı hissetti. Elini uzattı, kan olduğunu anladı. Yavaşça göz kapakları kapanmaya başladı. “Telefon et,” dedi içindeki ses. Ama kime? Tokaların sahibine mi? Uzakta… Can dostu mu yoksa. Asıl o çok daha uzak… “Öleceksem… onun ellerinde olsun istemiştim hep,” diye geçirdi içinden. “O kapatsın gözlerimi, o örtsün üzerimi, o atsın ilk toprağı…”
Gözyaşları süzüldü yanaklarından. Dudaklarından son bir cümle döküldü: “Bu sefer son…” Aklından geçen görüntüler hayatından sahneler değildi ama kurduğu hayallerden arta kalan ne varsa hücum etmişti zihnine. Tam bir teslimiyetle, uçmaktaydı sanki sonsuzluğa... Her şey o kadar güzeldi ki o an. Ve tam o sırada, bir ses yankılandı zihninde: “Uyanıyoruz… Hadi bakalım, geçmiş olsun genç adam…” Bu söz birkaç farklı versiyonla ve tonda yankılanıyordu kulaklarında.
Kafası sızlıyordu, müthiş bir ağrı ve uyku hücum etti benliğine. Genç, gözlerini araladığında loş bir ışık gördü. Başında bir hemşire vardı. Nazik ama kararlı bakışlarla gözlerini kontrol ediyordu. “Narkozdan yeni çıktınız. Ameliyat başarılı geçti. Ciddi bir durum atlattınız ama iyileşeceksiniz.”
Ne olduğunu anlamaya çabaladı genç. Başı zonkluyor, gözleri sanki buzlu bir camın arkasından bakıyormuşçasına bulanık görüyordu. Hemşirenin elini tutmaya, doğrulmaya çabaladı bir an. Fakat tutmaya çalıştığı şifalı eller ona izin vermedi. Genç daha fazla direnmeden kendini yatağa bıraktı. Etrafına bakınıp nerede olduğunu öğrenmek istiyordu aslında. Bir süre sonra gözlerindeki perde aralanmaya başladı. Görüntüler netleşince odanın köşesindeki sehpa dikkatini çekti. Üzerinde bir bardak su, birkaç evrak ve dikkatlice katlanmış bir kağıt duruyordu. Elini uzatmak istedi. Hemşire yardım etti. “Notu mu
merak ettin?” dedi gülümseyerek. Kâğıdı aldı ve yüksek sesle okumaya başladı:
“GÜLECEKSİN!
MORALİN BOZUK OLSA DA
AĞLAMAYA GÜLECEKSİN!
UÇURUM KENARINDA
SENİ ATMAK İSTEYENLERE İNAT
SIRF VE SAF GICIKLIK OLSUN DİYE
HAYATIN AĞZINA SIÇA SIÇA
“EN ÖNEMLİSİ BU UNUTMA!”
KAHKAHALARLA GÜLECEKSİN!”
Notu bitirdiğinde gözlerinde ince bir parıltı, dudağının kenarında hınzır bir gülümseme vardı hemşirenin. “İmza yok. Ya da bir isim veya işaret, numara. Bu notu bırakan kişi… tam bir oyunbaz herhâlde. Seni tanıyor, hem de çok iyi tanıyor. Belki de seni senden bile iyi…” sözünün sonunu getiremedi hemşire.
Genç birden elini tutmuş, titreyen dudaklarından “Evet! Katıksız bir...!” diyerek sunturlu bir küfür savurdu istemsizce. Yüzünde ağlamaklı bir gülümseme peyda olmuştu. Utanarak elini bıraktı hemşirenin. Genç sessizce ağlamaya başladı hemşire odadan çıkarken. Bu sefer gözyaşları yalnızlıktan değil, minnetten akıyordu. Kalbine dokunan birinin hâlâ orada olduğunu bilmek… En çok o iyi gelmişti ona. Nasılı, nedeni, neyi ne de ne zamanı hiç aklına getirmedi. Bir şekilde bulmuştu, bir şekilde yanına gelmişti dostu. Aklında ne tokalar vardı artık ne de kabul edilmemiş sevgisi. Zincir kopmuş asıl olan kalmıştı geride. Dışarıda hâlâ kar yağıyordu. Ama artık kar, bir veda değil; bir yeniden doğuştu. Notu katlayıp göğsüne bastırdı. O an anladı ki; uyanmak sadece gözlerini açmak değil, kalbini de hayata yeniden açmaktı. Hayatı çocukça yaşamak gerekti; ölünecekse bile özgürce, zincirsiz ve tebessümle ölünecekti...
Gece güne dönmüştü yine...










