ZAMANIN YAPTIĞI
Kurtarıcıyı beklemek mi zor, yoksa kurtarıcı olmak mı? Belki de herkes kendi kurtarıcısıdır. Herkes kendini kurtardığında
tüm insanlık da kurtulmuş sayılır mı?
Bir insanın ömrü yaşadığı yıllara mı bağlıdır, yoksa çektiği acılarla mı sınırlıdır? İnsan, zamana karşı hep yarıştı. Ancak galip gelen her daim zaman oldu. Kaybedenin cezası ağırdı. İnsanoğlu ölümü tattı ama zaman galip geleceğini biliyordu. Bunu bilerek acılar çektirdi; ızdırap üstüne ızdırap yaşattı insana.
Gün gelir, zaman insanın omzuna yüklenmeyi bırakır. Çünkü verdiği acılar insanı canından bezdirmiştir. Zaman artık uğraşmak istemez. İnsan nasıl olsa pes etmiş, her şeyi oluruna bırakmıştır. Yenilgiyi kabullenmiştir.
Bazı insanlar ise zaten yenik doğarlar. Birkaç yıl, belki de hayatlarının ilk on yılı bunun farkında olmadan yaşarlar. Çocuk yürekleri ölüm nedir, yenilgi nedir, acı nedir bilmez. Sonra onlar da öğrenir. Zaten doğar doğmaz alınlarına kaderleri yazılmıştır. Ne olacakları, ne kadar çabalasalar da kurtulamayacakları bellidir. Zaman işini bilir. Affettiği çok nadirdir. Görenler de fazla yaşamaz zaten.
Böyle işte yaşamak... Dert çok, derman az. Yine de her şeyi zamana bırakmalı. Derdi de dermanı da zaman verir. İnsanoğlunun umut etmekten başka çaresi yok. Her acının daha derini, her ödülün daha kıymetlisi vardır. Ne senin acın en büyüğü ne de benimki. Bizden de dertlisi, acılısı var. Yine de şükretmeli. Olanı bari kaybetmemek için çabalamalı.
"Yaşamak ölmekten daha çok cesaret gerektirir bazen" der Bukowski. Cesaret, yürekten gelmeli ki savaş kazanılabilsin. Yoksa "cesurum" demek kolay. Nice övünen gördüm; çoğu, en küçük olayda ayakta duramıyor, titriyordu. Cesaret, lafta kaldı. Umut da öyle... Geleceğe olan inanç azaldıkça, insan zamanın uçurumunda kayboluyor. Ne cesaret kalıyor ne umut. Anlamlar siliniyor. Sabır unutuldukça felaket kapıyı çalıyor. İnsanlar hep bir kurtarıcı bekliyor.
Oysa asıl kurtarıcı kendileridir ama bunu kabullenmek istemezler. Eğer biri çıkıp onlar için bir şey yaparsa, onu ilahlaştırırlar. Halbuki o da kendileri gibi bir insan. Aralarında yıllarca yaşamış ama fark edilmemiş, görünmemiş bir kişi... Cesaretini toplayıp umudunu yüreğinden çıkarınca fark edilir. O an kurtarıcı ilan edilir. Çünkü cesaret etmiştir. Benliğini özgür bırakmıştır.
İnsanlar, yapamadıklarını yapabilenleri ya kurtarıcı ya da canavar olarak görmüşlerdir. Bu bakış açısı zamanla benliklere yerleşmiş, sorgulanmadan kabul edilmiştir. Biri çıkıp "O da bizdendi," dese bile susturulmuştur. İnsan, anlayamadığından korkar. Anlatmak isteyenin sesi kısılmış, ya öldürülmüş ya da yok sayılmıştır. İşte bu anlarda zaman susmuş, insanlar birbirine düşmüştür.
Kurtarıcıyı beklemek mi zor, yoksa kurtarıcı olmak mı? Belki de herkes kendi kurtarıcısıdır. Herkes kendini kurtardığında tüm insanlık da kurtulmuş sayılır mı? Yoksa bu gerçek yenilgi midir? Belki de tüm bu umutsuzluk, sorumluluktan kaçmanın bir yoludur.
Kaçmışız hep. Alışmışız olanlara. Başımız hep önde, sırtımızda yük. Ya onu taşıyacak birini beklemişiz ya da suçlayacak birini aramışız. Bulduğumuzda da sorumluluk yüklemek yerine, onu yerin dibine sokmuşuz. Peki, kendi yükümüzü omuzlamış mıyız? Cevap basit: Hayır.
Her şeyi Tanrı’dan ya da bir "süper insan"dan beklemeyi alışkanlık edinmişiz. Oysa kurtarıcı dediğimiz insanlar da bizden biridir. Sadece korkularından kaçmayan, sorumluluklarını başkasına yüklemeyen cesur insanlardır. Onlar, başkalarının yükünü de sırtlamışlardır. Bu yüzden daha az yaşamışlar, kimi zaman alkole, tütüne veya benzer alışkanlıklara yönelmişlerdir. Bu bağımlılıklar, ya yüklerini hafifletmek ya da başkalarının ikiyüzlülüğünü unutmak için bir yol olmuştur.
Başlarda "çılgın, deli" gibi etiketler yapıştırılmıştır onlara. Sonra ise kurtarıcı olmuşlardır. Belki de bu maddelere sığınmaları, toplumla paylaşmak istedikleri ve onların da yüklerini sırtlandıkları sorumluluğun ağırlığını hafifletmek içindir.
Peki kimdir bu "onlar"? Neden yapmışlardır tüm bunları? Hem yüceltilmiş hem aşağılanmışlardır. Belki sadece insanlık içindir. Belki Tanrı için. Kim bilir?
Tanrı onlara akıl, vicdan ve irade vermiştir. Sonra onları serbest bırakmıştır. Kim bu nimetleri kullanabiliyor diye gözlemlemiştir. Milyarlarca insandan sadece birkaçı bunu başarmıştır. Onlara "peygamber", "önder" veya "kurtarıcı" denmiştir. Bazı bazı “başkan”, “diktatör” ya da “yoldaş” olmuştur sıfatları. Kimi zalime dönüşmüş, kimi özgürlük için savaşmıştır onlar. Ama gerçek peygamberler dışında hiçbiri Tanrı tarafından görevlendirilmemiştir. Sadece bahşedilenleri kullanmışlardır.
Eğer insanlar, bu kişilerin fikirlerini çocuklarına doğru şekilde aktarabilirse; o zaman kurtarıcıların başaramadıkları tamamlanacaktır. Çocuklar meraklıdır; gençler gözü kara; yetişkinler sorumludur; yaşlılar bilgili. Her kurtarıcıda bu nitelikler bir aradadır. Bu yüzden kurtarıcı olmuşlardır.
Uzun lafın kısası, aslında bu yazıyı kaleme alırken aklımda başka şeyler vardı. Ama metin ilerledikçe sanki bunu “Mustafa Kemal” için yazmışım gibi hissettim. Evet, onun içindi belki de. Anlattıklarımı ben bile bırakın tam olarak uygulamayı, yarım yamalak başarsam kar sayarım. Zaman beni hâlâ bırakmadı. Belki onun kadar cesur değilim. Ama onun yaptıklarının farkında olmak bile bir adımdır. Yola çıkmak içinse bir kıvılcım yeter. Kurtarıcılar bize yol gösterir. Kalabalıklar arasında tek bir ses duyulmaz. Ama kalabalıklar tek bir amaç uğruna aynı anda ses verirse, işte o zaman yankı olur.
Yeni nesil bizlerin görevi sadece okumak değil; okumak, anlamak ve uygulamaktır. Özellikle de bugünün Türkiye’sinde.
Ne demiş atalar: "Birlikten kuvvet doğar."
Mustafa Kemal’i anlamak, onun da söylediği gibi, onu görmek değil; düşüncelerini görebilmektir, fikirlerini anlayabilmektir.
Çok daha geç olmadan...
